logo

Siber İnsan

Siber İnsan

Siber İnsan

siber insan

Hayatımız imkanların artmasına inat itirazların arttığı bir mecraya sürüklendi. Körleştiren, köleleştiren, bölüp bölüp param parça eden nihilizm hava sahasına itilmiş duygusunu kaybetmiş insanlar topluluğuna dönüştürüldük. Milenyumla zirveye ulaşmış elektromanyetik dalga boylarının kıta sahanlığında bilindik köleleştirme tekniklerinden çok uzak bir şeydi bu. Coğrafyaları, kıtaları, toprakları, ülkeleri, şehirleri değil doğrudan insan hücrelerini ilgilendiren eşine hiç rastlanmamış muazzam bir istila ile karşı karşıyayız. Bu kirliliğin ve köleliğin adı hiçte bize yabancı olmayan bir kavramla önümüze çıkıyor; ‘bilgi çağı’.  Siber lobicilerin cebimize soktuğu aygıtların içindeki sınırsız yazıların adı bilgi, köleliğin adı sosyal ağ, yalnızlığın adı kişilik, şahsiyetsizliğin adı uyum, dayanışmanın karşılığı tıklama, paylaşımın adı tivit. Onlarca sapıtmış kavram, yüzlerce değişik bombardıman adı sanı duyulmamış bir savaş biçimi insanı insandan koparan. Adeta gök kubbeden üzerimize serilmiş gözle görülmeyen manyetik akımların oluşturduğu statik büyük çok büyük bir ağın altında yaşamaya icbar edilmiş insandan söz ediyoruz, Yani kendimizden. Beyni felç eden, körleştiren, köleleştiren, düşünme melekelerini devreden çıkaran adına bilgi çağı denilen bu muazzam görülmemiş istila biçimi doğrudan insanı hedef almakta onu adeta mecrasından, yatağından, akışından çekip kopartarak örümcek gibi bir kere bulaştırdığı o ağın içerisinde hiçliğe doğru sürüklemektedir. İşte o muazzam insan siber ağların ördüğü bir örgünün içerisinde en azından bunun farkında olmazsa öncelikle büyük suçu kendine işlemiş olacaktır. Dünyayı bilgi çağı denilen beyinleri yönetme teknikleri ile aldatarak istediği yöne sevk etme gayretinde olanların bu akıl almaz yöntemini görmekten bile aciz hale gelecektir. Yalnızlığı hiç bu kadar farklı tatmamışken ‘fe eyne tezhebun’ ayetine yeni bir muhatabiyet melekesi geliştirmek suretiyle kendini yeni baştan keşfetmeye yönelmediği takdirde hiçliğin ve yok oluşun içerisine doğru kendi eliyle kendini itmiş olacaktır.

Elektromanyetik yaşam biçimi sayesinde tüm değerlerimiz yer değiştirdi. Kişilerin yerini dişiler, dişilerin yerini kişiler aldı. Sayısız arkadaşlarımız oldu, ama bir tane bile dostumuz olmadı. Her şey ama her şey sınırsızca önümüze kondu. Hayat denen bu yolda hızla ölüme doğru giderken ölülere mersiye düzen kitlelere dönüştürüldük. Yaşayanı unuttuk, gördük görmezden geldik, duyduk duymazdan geldik, eşrefi mahlukat ruhunu kaybettik böylece insanı gönüllü olarak terk ettik. Ne kadar da hızlı değişiyor hayat, insan ne de çok yalnızlığı gönüllü seçiyor. Kalemimizle yazdığımız cep fihristleri kitaplığımızı karıştırırken gözümüze iliştiğinde gülümseyip geçiyoruz. Gülümsememiz nostaljik anılar için, nereden nereye geldik der gibi. İçine bakma nezaketinde bile bulunmuyor, kalemle yazılmış o isimlerin belki de bizi aydınlatan bir yanının olduğunu hiç düşünemiyoruz. Telaşlıyız, çünkü; önümüzde duran emellerimiz ve bizi bekleyen sahte gönüllerimiz var. Bir aygıtın içine sıkıştırılmış hayatın körleştiren cazibesindeyiz. Uçsuz bucaksız bir deniz, içinde kaybolan biz. Parmaklarımızla tuşlara dokunarak yazmayı öğrendik. Kalemle yazmayı, yazılanı okumayı, okuduğumuzu anlamayı ve harcadığımız insanların sayısını unuttuk. Çünkü geriye dönüp bakma alışkanlığımız neredeyse hiç olmadı. Acaba ben bu yaptığımda hatalı olabilir miyim empatisini kurabilen insan neredeyse hiç kalmadı. İleri hep ileri nereye giderse gitsin ileri. Üstüne basıp geçtiklerimizin kaç kişi olduğunu hiç düşünmedik doğrusu düşünmeye tenezzül bile etmiyoruz.

Bizler insan harcama konusunda uzmanlaşan insanlar topluluğu, rüzgarın sürekli ters düz ettiği ekin tarlaları gibi başımızı bir o yana bir bu yana çevirip dururken nereye gidiyoruz, ‘nereye bu gidiş’ ve başımıza gelenler neyin nesi.

Tanrının savaş açtığı her ne varsa içine itildik. İtirazımız olmadı. Bir anda tüm dünyaya servis edilen kişisel görüntülerimiz oldu. Bir tıklama kadar kolaydı binlerce insana ulaşmak. Bir tıklama ki yalnızlığa sihirli bir dokunuşta bulunmak… Her geçen gün bir yenisinin ortaya çıktığı sosyal ağ içerisinde elimize sıkıştırılan özel tasarımlı cihazlarla her an bizim için bir ‘tıklamanın’ bile büyük şey olduğu zehabına kapıldık. Eskiden kapı tıklamasıyla tatlı bir heyecana kapılan analarımızın bir insana açılacak kapılarına uzanan parmaklarının hissettirdikleri gibi, bir aygıtın üzerinde bir tıklama ile mutlu olan insanlar olduk, ne acı ki. Kapımız çaldığı zaman korkar olduk; kimdir o. Zamansız misafir masallardaydı. Bu devirde bir kapı çalmışsa ya yanlıştı, ya da kargocu. Aygıtlar üzerinden aldığımız eşyaları bize getiren telaşlı bir yüz. Randevu almadan misafir ağırlamakta neyin nesiydi. O olsa olsa aklını yitirmiş bir insanın kabul edebileceği bir şeydi.

Çevremiz genişledi, sayısız insanlarla tanıştık. Sayılar çoğalırken nitelikler azalıyordu oysa. Küçük aygıtların ürettiği büyük insanlar olduk ilkin. Sonrada küçük aygıtlar üzerinden yönetilen küçük insanlar. Şahsiyet zedelenmesinin kendi ruhumuzdaki kayıplarını hiç göremediğimiz için hep başkalarının kusurlarını gördük. Gördüklerimizi uyarmak yerine muhatabımızın yüzüne karşı yalaka cümleler kurup, gittiğinde arkasından şahsiyetsizliğimizi belirginleştiren ithamlarda bulunduk. Bu hal kimseyi rahatsız etmedi, git muhatabının yüzüne konuş diyen hiç çıkmadı. Yalnızlaşan insan aslında nereye sürüklendiğinin farkında bile değil. Kibir ve enaniyet duygularının sarmalında sürüklenip hiç bilmediği bir yere gidiyor. Gelişen dünyada, her şeyin kapıya kargoyla geldiği dünyada o kendini arıyor, kendini bir kutunun içine sıkıştırıp boşluğa servis edip yine kendine getirecek bir kargocu arıyor. Aslında küçük ama önemli bir çırpınışla içinde kaybettiği çocuğu özleyip için için ağlıyor insan..

Yine sözü cebimizdeki büyük işler gören aygıta getirelim. küçük ama maharetli aygıtların içerisinde yüzlerce arkadaşlarımız oldu. Onlarca insan kaydettik,  yetmedi yüzlere ulaştık, sonra binlere. Sonra bir çarkın her döndüğünde bir iş görmesi gibi onlarcasını silip yerine başka kayıtlar için yerler açtık. Lüzumsuz isimler dedik sildiklerimize.

Bir zaman önce lazım olan şimdi lüzumsuzlaşan insan…

Yıllar sonra kaydettiğimiz insanın adı soyadı yazılı olduğu halde bu kim diye sorduk; bu adam kim? Düşündük, düşündük bulamadık. Bu halimize ağlamak yerine hiç utanmadan; ya arkadaş sen kimsin seni kaydetmişim ama çıkaramıyorum diye aradığımız onlarca ‘insan’ oldu. İki sesin buluştuğu birbirini tanımaya çalıştığı aygıtın içerisinde uzunca tarifin ardından öğrendik cebimizde kayıtlı duran şahsiyetin kim olduğunu. Onlarca insan kaydedip bir taraftan şunlar lüzumsuz diye onlarcasını silmeye başladık. Baş döndürücü bir ahlaksızlık ve aynı şekilde insanı insandan koparan muazzam aymazlık. Bir dünyayı içine sığdırdığımız o sihirli kutunun içinde kaybolup gidiyoruz. Yastığımızın altında, avucumuzun tam ortasında, sürekli yenilenen şekliyle açlığımızı ve iştahımızı diri tutan efsunlu kutucuklarla heba edilen bir ömür. Gözümüzü diktiğimiz o muazzam aletin içerisinde ayrı bir dünya vardı, bilgi vardı, her türlü ahlaksızlık kısacası aradığımız her şey… Ama ne var ki onu kullanan insan ortalıklarda yoktu, insan kayıplardaydı. İnsana dair ne varsa mekanik şekillenmenin içerisinde zorla şekillendirilmiş ruhsuz bir varlıktı karşımızdaki. O cebimizde taşıdığımız küçük dünya ne hikmetse bizi hiç mutlu etmiyordu aslında. Her şeye bir tuşla ulaştık ama yine de bunca ulaştığımız şeye rağmen mutlu olamadık, eksilmedi yalnızlığımız. Bir terslik olmalıydı, arkadaşlarımız artıyor, imkanlarımız çoğalıyor, çevremiz genişliyor, dünya küçülüyor ama insan ne hikmetse yalnızlaşıyor, içindeki küçük sevimli çocuk ihtiraslı bir ihtiyara dönüşüyordu. Şuurunu kaybetmiş bunama emareleri taşıyan bir ihtiyara. Her şeyin gelişip çoğaldığı dünyada aynı orantıyla mutluluklar, dostluklar, paylaşımlar artmalı değil miydi? Yokluğun, imkansızlığın, çaresizliğin, kaynak eksikliğinin masal gibi anlatıldığı yıllarda arkadaşı için yaptığı fedakarlıklarıyla öne çıkan insanları yaptıklarını çok büyük işmiş gibi anlatır olduk. Oysaki erdemli olmak onların yaptıklarını masallardan çıkarıp hayata sokmaktı. Bizi hayal dünyasına sürükleyen o sihirli kutudan ruhumuzu kurtarıp yeni dünyalara yeni baştan kapılar aralamalıyız. Belki lazım olduğunda kullandığımız aygıtlar hakikaten ‘kullandığımız’ nesneler haline dönüşür.

Fatih Alim Daşpınar

Etiketler: » »
1391 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.