logo

Bir Gar Hikâyesi: KAZAN GARINDA BİTMEYEN ACILAR

Bir Gar Hikâyesi: KAZAN GARINDA BİTMEYEN ACILAR

Bir Gar Hikâyesi: KAZAN GARINDA BİTMEYEN ACILAR

Dondurucu soğuk iliklerine kadar işlemiş her ikisinin de kulakları kıpkırmızı kesilmişti. Ayaklarının neredeyse donacağını hissediyorlardı. İstanbul’dan gelirken sonbahar kıyafetleri ile gelmişler, kışın Kazan’a erken ineceğini hiç düşünmemişlerdi bile. Ellerini ceplerinden çıkarmaya cesaretleri bile yoktu. Daha bir saat kadar tren bekleyeceklerdi.

Ah Osman abi biraz daha erken çıksaydık yetişecektik şu lanet trene diye söylendi Fatih. Ne bileyim fatih bu garın açık alan olduğunu. Baksana herkes dışarıda ama bizden başka da panik içinde olan yok. Tren garının yarı açık oluşu, tecrübesiz insanlar için bu kış ayında elbette derin acılar demekti. Üşümek eksilere geldiğinde donduracak hale sokuyordu insanı. Her ikisi de etrafa bakınarak en korunaklı yeri bulmaya çalışıyordu. Daha dün Kazna Haline gittiklerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, dönüş yoluna koyulduklarında vaktin akşam namazına döndüğünü anladıklarında iş işten geçmişti. Yol kenarında araba beklemeye başladıklarında ağır bir tipinin altında kalmışlardı. Hiçbir araç durmuyordu. Kar bastırıyor, bir taraftan soğuk hazırlıksız ve acemi bu iki Türk gencini donma moduna doğru sokuyordu. Ciddi ciddi Osman donuyoruz Fatih ne yapalım demeye başlamıştı. Her ikisi de oldukları yerde zıplamaya başlamışlardı. Hava eksilerdeydi. Yürümeye karar vermişlerdi. İki saate yakın kardan adam gibi şehre doğru yürüyerek donmaktan kurtulmuşlardı.

Bir önceki gecede bir Tatar kadının evinde kalmışlardı. Kadın eve ısrarla geç gelmeyin, bakın geç gelirseniz eve almam demişti. Osman ve Fatih bu tembihe rağmen bir saat falan eve geç gelmişlerdi. Eve geldiklerinde valizlerinin kapının önünde olduğunu fark ettiler. Tam bir saat Kazan’da otel aradılar ama bulamamışlardı. Kazan’da düzenlenen bir fuardan dolayı bütün oteller doluydu. Fatih camiye gidelim bir şekilde bizi içeri alırlar demiş, taksiciye talimat vererek en büyük caminin kapısına dayanmışlardı. Arap dünyasından geçtiği her halinden belli olan bir genç kapıyı açmış Osman’la Fatih’i içeri almıştı. Her ikisi de içeri girdiklerinde kalorifere öyle bir sarılmışlardı ki görevli arkadaşta şaşırmıştı. Bu kadar ağır tecrübelerden sonra soğukla sınavı üçüncü kez kapıya dayanmıştı. İstanbul’dan gelirken hiç bu kadar soğuk olacağını düşünmemişlerdi.

Tren garında bir saat beklemek zorunda kalacaklardı. Treni birkaç dakikayla kaçırmışlardı. Kar sepkenli yağıyor, garın açık taraflarından sağdan soldan gelen karlar ister istemez açıkta duranların üzerinde hızla beyaz örtüsünü örtüyordu. Her ikisinin kıyafetlerine bakanlar bu zavallılar buraya nerden düşmüşler dercesine üzülerek bakıyordu. Ne kalpak, ne bot, ne parke… bildiğin sonbahar Türkiye kıyafetiydi giydikleri.

Dikkatli gözle mecburen sağa sola bakınırken bir yaşlı kadının sattığı şey dikkatlerini çekmişti. Marojna marojna diye bağıran kadının önündeki sepetin içinde seyrekte olsa satmayı başardığı şeyin ne olduğunu merak etmişlerdi.

Şito eta madam? dedi Fatih. Osman’da yanaşmıştı kadının yanına. Her ikisi de bu zavallı yaşlı kadının ne sattığını, bu soğukta neden beklediğini öğrenmek istiyordu.

Marojna dedi kadın. Şito marojna? Pas simatri (bak içine) dedi yaşlı kadın.

Her ikisi de kapağı olan kutunun içini açıp meraklı gözlerle anlamaya çalıştılar. Çok geçmeden satılan şeyin dondurma olduğunu anlamışlar, şaşkınlıkla birbirlerine bakmışlardı. Vay be bu soğukta dondurma satmak, eksi 10 eksi 15 derecede dondurma yemek nasıl bir kültürdü. Bir Türk olarak anlamaya çalışıyorlardı.   

Nelere gebeydi bu tren garı. Ne acılar ne seyahatler buralardan başlamıştı kim bilir? Soğuk bir yandan tüm bedenlerini kuşatsa da her ikisi de tarihe olan merakları yüzünden eski Rus yapımı stratejik tren garını alıcı gözlerle süzmeye çalışıyorlardı. Zira Kazan, tarih boyunca Moğol İmparatorluğu’nun da, Kazan Hanlığı’nın da en stratejik gözetleme kulelerinden bir tanesiydi. Derin bozkırların, geniş ovaların, uçsuz bucaksız toprakların en uğrak yeriydi şüphesiz Kazan.  Taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bu boş vadiler kim bilir ne büyük savaşlara sahne olmuş, ekin tarlaları kaç bin Moğol atının uğrak yeri olmuştu. Bir süvarinin on bir atı vardı. Düşün ki yüz bin kişilik bir ordunun, bir milyonun üzerinde atı olduğunu. Nelere şahitti bu coğrafyalar! Ne insanlar katledilmişti kim bilir kana susamış iktidar sahipleri yüzünden! Acılar dünya coğrafyasında her köşede başka bir iz bırakıyordu ve hiç değişmiyordu zulmün adı. Acı kan ve gözyaşı hep aynıydı. Toprağın rengi farklı olsa da acılar hep aynıydı.

Volga Nehri bir denizi andıran ihtişamıyla sadece görsel bir şölen ortaya koymuyor aynı zamanda medeniyetler çatışmasında taşımacılıkta da derin bir yere sahip olduğunu her haliyle hissettiriyordu. Kar yeni yağmış, kış rengini Ekim’in sonu gibi göstermişti. Zira bu coğrafyada bahar mevsimi yoktu. Mevsimler yaz ve kış diye ikiye ayrılıyordu.

Tren garında sağa sola yürüyüp ısınmaya çalışan Fatih, bir taraftan Cengiz Aytmatov’un bu gardan başlayan yolculuğunu düşünüyordu. “Gün Olur Asra Bedel” romanını okumuş Kırgızistan’da kaldığı dönemlerde Aytmatov hakkında o acılı hikâyeyi kulaktan kulağa duyarak yeteri kadar bilgi sahibi olmuştu. Aytmatov’a benzeyen bir hayat hikâyesininin olduğunu düşünüyordu.

Otogarın kenar rayları üzerinde demirlemiş olan trene yanaştı. Birden romanın içine girmişti. O yolculuk canlandı gözünde. Bir baba bir oğul, birkaç ajan… ve birazdan sonsuzluk yolculuğu… gözünü karla kaplanmış kırmızı renge boyanmış trene dikti…

Son trendi bu tren. Bozkıra süzülecek bir daha geri gelmeyecekti. Acısını yükleyecekti içine. Paramparça olmuş bir yüreği geride bırakarak akıp gidecekti ekin tarlaları arasından. Son kez “marojna” diyecekti yaşlı kadın, son kez düdük çalacaktı tren, son kez el sallayacaktı çocuk. Bir baba acısını içine gömecek ve tren gider gitmez garda mevzi tutmuş polit büro elemanları infaz için koluna girecekti bir babanın.

Kazan Garı çok acılara sahne olmuştu, nice insanlar belki burada canlı canlı infaz edilmişti. Ama hiç böylesi bir acıya şahit olmamıştı belki de. Gidenler yaşayacakken kalanın canını giden trene bırakıp, bedenini infazcılara teslim edeceği hakikatini belki hiç yaşamamıştı bu gar. Zaman acılı ayrılık için akıyordu. Aytmatov, bir baba sıcaklığını son kez tadacaktı. Annesi, kız kardeşi ve halası buruk bir ayrılık modunda olsalar da iki insan gözbebeklerinde büyüyecek, o anı hiçbir zaman unutamayacaklardı belki de. Biri ömür boyu yaşarken bu ölüm fermanının yangınında, diğeri titrek ellerindeki son dokunuşu bir asra bedel acıyla o gara hapsedecekti.

Baba biliyordu öleceğini, Stalin iktidarıyla ters düşmüş, kalemi kırılmıştı. Evladı da sonraları bir ömre bedel süre içinde bilecekti. An olur asra bedel hikâyesini belki de gözyaşlarıyla yazacaktı…

Son bakış, son dokunuş, son koklayış. Bunu ancak yaşayan anlayabilirdi. Bu acı ancak yaşayanlarca anlaşılabilirdi. Son kez dondurma aldı oğluna. Onu içine çekercesine kokladı. Bak evlat dedi titrek seslerle, annene ve kız kardeşine çok iyi bak! Bak evlat belki bir daha görüşemeyiz derken hıçkırıklarını tutamamıştı. Gözyaşları burnundan akan sümükle karışıyor, paltosunun koluna şuursuzca silinmesine aldırış etmiyor, sadece oğlunu koklamaya çalışıyordu son kez. Birazdan bozkıra uğurlayıp garın içinde bekleyen ajanlara teslim olacak olan baba, şuurunu kaybetmemek için dirense de dakikalar geçtikçe ölmüşten beter bir hal içine giriyordu…

Gözünü demirden müteşekkil trene sabitledikçe o sahneyi yaşıyor gibi oluyordu Fatih. Bu büyük bir ayrılıktı. Nedense bu hikâye bile ona çok derin izler bırakmıştı. İlk defa 1984 yılında son kez sarılıp bir daha öyle sarılamadığı babası gibi düşünüyordu bu sahneyi. Ordu’dan İstanbul’a giderken ağlayan bir babaya el sallarken garip bir duyguya gark olmuştu. Bu öyle bir şeydi. Ha yaşayarak ölü olmak, ha ölüme yaşayanları yollamak. Burada ince bir benzerlik olduğunu düşünüyordu Fatih. Sanki ağlayacak gibiydi. Sanki Aytmatov’un babası kendi babası gibi gelmişti ona.

Yine bir kış ayıydı. 1938 yılında tamda bu gardan başlamıştı o yolculuk. Aynı soğuğu Aytmatov’un ve babasının hissettiğini de hissetmeye başlamıştı Fatih. Ne büyük acıydı. Bir daha dokunamamayı bilmek başka bir şeydi, bir daha dokunmayacağını söyleyerek o dokunma, ağlama, sızlanma duyguları içinde kalmak başka bir şeydi. Asıl ince çizgi buydu. Biri mezara giderken diğeri hayatın içine salınıyordu. Ama her ikisi de ölüm kokusunun tutsağı olarak o gar da kalmış olacaklardı. Ölüm onlar için, baba ve oğul için bir ayrılıktan çok, acılı sancılı içli bir öykünün bir asırlık hikâyesiydi.

Fatih, soğuğun kulağını ellerini ve ayaklarını hissettirmeyecek kadar içine işlemesine aldırış etmeden Cengiz Aytmatov’un bu hazinli öyküsünü hisseder gibiydi. Zira Kırgızistan’da bu acılı öyküyü bilmeyen neredeyse yoktu. Gün olur asra bedel bu bağlamda sadece bir roman değildi, onu çok iyi biliyordu. Bir acının yangın yerine dönmüş asırlık hissiyatının bozkırlarda acı acı bağırarak insan taşıyan kara trenlerin taşıdığı, insanlığa bıraktığı acılı bir öyküydü. Ölüm herkeste olan bir şeydi ama öleceğini bilip söyleyememek ve bir babanın kendi canından bir çocuğa son kez laf anlatmaya kalkmak en trajik olanıydı. Ne söylenebilirdi bir körpeye? Bir çocuk babanın ölebileceğini nasıl anlayabilirdi, babanın dudaklarından dökülebilecek sözcüklerle? Gevelemekten başka ne söyleyebilirdi? Zor bir ayrılıktı elbette. Zinde bir acıydı ve Aytmatov bu acıyı ömrü boyunca hiç unutamamıştı…

Fatih, dakikaların nasıl geçtiğini fark edememişti bile. Sanki sahneyi yaşıyor gibi hissediyordu. Nihayet tren, gara yanaşmış Osman’la birlikte gideceği yere gitmek için yola koyulmuşlardı. 2001 yılında Kazan Üniversitesi’ne kayıt yaptırmış Türk, Rus dili ve Edebiyatı sıralarına en azından birkaç kez girip çıkmıştı. Kazan onun için kısada olsa derin izler bırakmış bir yerdi. Milli Eğitim Müdürü Elmas Bey, sokakta kalmak, donma tehlikesi yaşamak, İstanbul restoranda çalışan bir kıza; utibye galava oçin krasiva (senin gözlerin çok güzel) demek isterken glaza (göz) galavayı karıştırınca oldukça komik duruma düşmek elbette birer anı olarak kalacaktı. Anılarla dolu bir Kazan hatıraları onun için çok derin izler bırakmıştı.

Cengiz Aytmatov ve Lenin, onun en çok etkilendiği şahsiyetlerdi elbette. Kazan Hanlığı’nın tarihteki köklü itibarını da en azından biliyordu. Türk dünyasında derin izlere sahip olan Kazan, elbette incelenmesi, gözlemlenmesi gereken bir yerdi!

Yılar sonra Cengiz Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” romanının hikâyesini filme çekmek için Kazan’a gelir. Babasıyla yaşadığı o acı dolu anı filme çekmek ister, Ancak ne var ki yaşadığı bu acı sahne, onun iç dünyasında derin izler bıraktığı için bedeni bu acılara dayanamaz. Adı “böbrek yetmezliği” olarak ifade edilse de aslolan tüm bedenin bu acı yıllara birikmiş acılı hatıralara tepki vermesidir. Ağırlaşır, Avrupa’ya tedaviye gönderilir ve 10 Haziran 2008 yılında Almanya’da ölür.

Yetmiş yıl dayanabilmiştir baba acısına.

Tren onu artık hiçbir yere götürememiş, babasına kavuşturmuştur…

Fatih Alim Daşpınar

1776 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.