logo

Bu Ümmet Okuma ile Yaşamayı Asla Birbirinden Ayırmadı

Bu Ümmet Okuma ile Yaşamayı Asla Birbirinden Ayırmadı

Bu ümmet ilk asırlardan itibaren okuma ile yaşamayı asla birbirinden ayırmadı. Okumayı da sadece başarıyla yani gözüyle değil basiretiyle, yalnızca aklıyla değil aynı zamanda yüreğiyle yaptı.

İlk nesil, İslam’ı Yüce Allah’ın (c.c.) “Sen gerçekten büyük bir ahlak üzeresin” buyurduğu ve Kur’an’ın canlı örneği Hz. Peygamber (s.a.v)’den canlı olarak aldı. Dolayısıyla öğrenmek sadece teori olarak kalmadı, hemen pratiğe yansıtıldı. Kalbin etkilenmediği bilgi onlar için bir bilgi değildi. Mesela kalp katılığı, Kur’an okurken etkilenmemek nadir ve garipsenen bir durumdu. Bazı sahabeler “Biz Kur’an’ı onar ayet ezberlerdik. Onun hükümlerini öğrenip yaşamadan diğerlerine geçmezdik” demişlerdi. O yüzden Peygamber (s.a.v) fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınmıştı. İlginçtir; bir sonraki sığındığı şey “Allah’a karşı korku ve saygı duymayan kalp” (وقلب لا تخشع) idi. Beyne bilgi yüklemekten çok bilginin başta kalp olmak üzere bedendeki etkisini önemsendi. Yani bilgi ile hal/amel birbirinden asla ayrılmadı.

Sahabelerden sonra her ikisi birlikte tabiine, sonra tebeu’t-tâbiîne ve nesilden nesle aktarıldı. Dolayısıyla gittikçe zayıflasa ve her gelen çağ öncekini aratsa da 14 asır boyunca bu ümmetin âlimleri edep, ahlak, takva ve cesarette destan yazdılar.

Asırlar boyunca gittikçe zayıfladık ama tükendik dediğimiz çağda bile bize yol gösteren nice şahsiyetler hep var oldu.

Aşağıdaki derleme yazı, çağımızın tanıklarından merhum Emin Saraç hoca ile yapılan birkaç röportajı okurken, birkaç şahsiyet hakkında ilgimi çeken bilgilerdir;

“Mustafa Sabri Efendi bazen bir ayet-i kerimeyi okurken sesi titrer, gözleri dolardı. Ayet-i kerimeleri öyle bir aşk ile okuyordu ki bir acayip hal kaplardı kendisini. Başkasına okuttuğunda da ağlardı”

“Abdurrahman Gürses Hoca Efendi ile yirmiye yakın kez hacca birlikte gittik. Yol boyunca hoca efendinin hususiyetlerini, meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kere gönlü Kur’an-ı Kerim’e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün gününü Kur’an-ı Kerim ile geçirirdi. Haremi Şerif’teki hal ve hareketleri hep edep üzereydi. Bu konuda çok hassastı.”

“Hoca Efendi Hicaz’a gitti mi kendisini tamamen siliyordu. Orada hep sıradan, sade bir kul olmak isterdi. Bir gün meşhur zenginlerden İbrahim Şakir Bey’in ziyafetine davet edilmiştik. Bana “Emin Efendi siz davete icabet ediniz ben gelemeyeceğim” dedi. “Hayırdır efendim neden gelemeyeceksiniz” deyince, oraya gidince kendisine haddinden fazla ilgi alâka gösterileceğini bundan da rahatsız olacağını söylemişti.”

“Yine bir gün dışarıda kalacağını söyledi. “Nereye gideceksiniz efendim?” diye sorunca. “Kendimi biraz hesaba çekeceğim, bu geceyi ‘Kadem-i Saadette’ geçireceğim” dedi. Nitekim dediğini yaptı ve o geceyi dışarıda geçirdi.”

“Hacda Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamet gibi hafızlar umumi mikrofondan bütün hacılara Kur’an ziyafeti verirlerdi. Türkiye’den ileri gelen birkaç kişi hoca efendinin de okuması için Kral’a müracaatta bulunmak istemişler ama o kesinlikle buna müsaade etmeyeceğini ve “biz buraya arzu hal etmeye geldik, arzu endam etmeye gelmedik” diyerek bu yöndeki tüm ısrarları geri çevirmişti.”

“Ehlül Kur’an olan kimse Allah’ın has kullarıdır” hadisi şerifi her hatırıma geldiğinde Abdurrahman Efendi gözümün önüne gelir. Çünkü bu hadisi şerif hoca efendinin haline son derece mutabıktır.”

“Hoca efendi belli etmezdi ama gözü çok yaşlı bir zattı. Medine’de kaldığımız süre boyunca gizli gizli çok yaş dökerdi.”

“İhsan Efendi Müfti’d-Diyâri’l-Mısriyye Muhammed Bahît el-Mutî’î’de okumuş ve ondan icazet almış bir kimse. Kendisi anlatmıştı. “Bahît el-Mutî’î hocanın derslerini takip ediyordum. Hidâye okutuyordu. Bir gün bir de ne göreyim! Memleketimizin en muhterem hocası koltuğunda kitaplarla gelmiş bizimle beraber dersi dinliyor. Onu öyle yanımıza oturmuş görünce utandık.” İşte Zahid el-Kevseri Efendi hocamız böyle acayip bir ilim takipçisi idi.”

Onlar İslam devletini, izzet-i İslamîyyeyi yaşayan, hisseden kimselerdi. Tevfik Demiroğlu vardı. O derdi ki: “Siz izzet-i İslamîyyenin ne demek olduğunu bilemezsiniz. Geçmiş dönemde bizim öyle bir hissimiz vardı ki biz hilafet devletinin tebaasındanız. Siz şimdi bunu diyemiyorsunuz. Siz asılsız, nesilsiz bir hava içerisinde yetiştiniz. O sebeple, izzet-i İslamîyyeyi duyamıyorsunuz.”

Hakikaten o zamanda yetişen âlimlerin hissiyatı bambaşkaydı. Gördüğümüz hoca efendilerin efkâr ve adabı bambaşkaydı. O nesil geçti gitti.

Ali Haydar Efendi hocamız hakikaten gönlü yanık bir zat idi. Zulme ve zalimlere karşı nefreti kâmil, itikadı tam bir hocaydı.

Ebul Hasen en-Nedvi hoca efendiyi en-nihayet biz kendisini memleketi Leknev’de ziyaret ettik. O karmakarışık ülkede 24 ayar altın safiyetini hiç bozmadan devam ettirmiş bir zattı. İslam zevkini ve izzetini yaşayan bir topluluktur en-Nedvîler. Nedvetü’l-Ulema’nın başındaki kimseler maaş almadan vazifelerini yaparlar. En ileri kimselerinin evlerine gittik; her biri bir tevazu abidesiydi. Ebu’l-Hasan en-Nedvî hocanın mekânı genişçe bir oda. Zemininde çok basit bir sergi var. Öyle halı falan aklınıza gelmesin. O odada bir minder üzerinde oturuyordu. İşte 1 milyarlık Hindistan’ın devlet başkanı kendisini ziyarete geldiğinde onu o odada kabul edermiş. Allah rahmet etsin. Büyük bir şahsiyetti.

Emin Saraç Hoca Efendi: “Mısır’da 9 sene kaldık. Yaşadığımız bir “İlim hicreti” idi. Bu müddet zarfında İstanbul’a hiç gelmedik. Çünkü gelseydik dönemeyecektik”

Tevazu, huşu, vakar, ibadet, ihlas…

Evet, bizim geleneğimiz, geleneğimizin Kur’an, ehli Kur’an  talebeleri ve onların ahlakları…

Bu geleneği takip etmeye devam ettiğimiz sürece, faziletli insanlar yetişmeye devam ederiz. Ve bu ümmette hayır eksik olmaz.

Onları tanımayıp reddeder, hatta nefret edersek, yeni neslin sözde ilim adamları dahi; manevi yönü sıfır, edep ve fazilet yoksunu, kibir abidesi, dinin edebiyatını yapmaktan başka bir marifeti olmayan kimseler olurlar.

Savaş KOCABAŞ

662 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.