logo

ÇATLAK SESLER

ÇATLAK SESLER

ÇATLAK SESLER

Esman, tavuk kümesinin yanı başına iliştirilmiş yıkık dökük, ahşapla toprak karışımı bir odada yaşamaya şimdilik mecburdu ve alışmaya çalışıyordu. Kümesin hemen yanına mozaik taşlardan yapılmış yamuk yumuk setin üstünde, melemen pişirme işini üstlendiği günden beri başına üşüşen tavukların arsızlıklarından bıkmış olmalı ki dil ucuyla “kış kış” diyor, onların ısrarcılığı karşısında çaresiz ayaklarının dibinde dolaşmalarına, hazırlanan domates tabağına uzanmalarına azda olsa müsaade ediyordu.

Yoluk tavukların çıkardıkları garip sesler odasına kadar girip, rast gele masa üstüne konmuş okul notları arasında belki bir şeyler bulurum umuduyla yemek arayışları, onu hiç de rahatsız etmiyordu. Her şeyi kıdemli arkadaşı Hasan’dan devraldığı gibi fazla müdahale ihtiyacı hissetmeden akışına bırakmıştı. Yemek için oturduğu üçayaklı sofrada ev sahibinin insandan çok kıymet verdiği tavuklarıyla kahvaltı etmeye alışmıştı. Kovsa gitmiyor, kapıyı örtse pencereden giriyorlardı. “Eh kaderimizde yalnızlığı sizinle paylaşmak varmış sevgili tavuklar, buyurun sabah kahvaltısına” der işi nükteyle geçiştirirdi.

Okula gitmediği günlerde güneşin ilk ışıklarıyla beraber Nazım ağabeyinin davudi sesiyle uyanırdı. Nazım abi ev sahibiydi Genç yaşta Devlet Demir Yollarından emekli olmuş, anılarıyla hayallerini derdest ederek, kendince bir fikir dünyası oluşturmuş farklı bir Anadolu insanıydı. Tek gözlü odanın hemen sağında yaptığı kümeste beslediği üç tavuk bir horoza yem vermek için her sabah kağnı sesini andıran gacırtılarla ağır ahşap kapıyı açar, tavuklarla Esman’ın birlikte kullandığı mutfağı kolaçan ettikten sonra, tavukları avluya çıkarırdı. Kümesten çıkmanın mutluluğuyla sarhoş gibi mayışık mayışık yürüyen tavuklarıyla sesli sesli konuşmaya başlar, sanki burada tavuklardan başka hiç yaşayan yokmuş gibi bağırıp çağırarak türküler söylerdi. Birde üstüne üslük hiç hayâ etmeden destursuz bir şekilde Esman’ın kapısını açar; gulum öylen oldu sen hala uyuyon mu len diye davudi sesiyle sesini azaltma ihtiyacı dahi hissetmeden Esman’ı uyandırmaya çalışırdı.

Gömülü yorganın altında soğuktan iki büklüm olmuş Esman’ın; yorgan altından bir kedi gibi mırıldanarak “gece geç yattım Nazım abi” demesine hiç aldırış etmeden, vallaha gulum delikanlının üstüne güneş doğmaz diyerek oda etrafında Esman uyanana kadar mırıldanıp dururdu. Bu alışkanlık Fransız hayranı Fransızca bölümünde okuyan ve birkaç ay önce mezun olup kümesli evi Esman’a miras bırakan Hasan’dan kalmaydı. Oda tıpkı Esman gibi kiracı olmaktan çıkmış Nazım ağabeyinin masallarını dinlemeyi peşinen kabul etme gafletinde bulunarak, çocuklarının dersleriyle ilgilenmek gibi bir sorumluluğu üstlenmiş aynı tutumu, doğal olarak da Esman’a devretmişti. Çünkü bu rutine dönüşmüş tavrın uzun bir mazisi olmalıydı. Esman daha birkaç aylık tanıdığı menfaat yüklü bir insanla bu denli samimi olacak biri değildi. Yabancı olduğu bir şehirde üniversite kazanmanın heyecanıyla birde akraba olduğu bir abisinin beş yıllık ilişkisine aykırı davranmak aklının ucundan bile geçmemişti.

Nazım abi bu düzenli alışkanlıklarını hiç aksatmadan sürdürürdü. Her sabah kalkar tavukları yemler, sonrada tezek kokulu babacan tavırlarıyla “bak ben senin ev sahabıyım emme seni bir evlat gibi severim” edasıyla Esman’a sahip çıkıyorum havasına girerek; üç beş kelime sonra hiç ağzından eksik etmediği “gulum” kelimesiyle sempatik olmaya çalışarak uyandırma memurluğu yapardı.

Hayat hızla her şeyi normale döndürmeyi başarmıştı. Üniversite okumak işte bu olsa gerek diyordu Esman. Anamın babamın algıladığı eğitimle benim aldığım eğitim ne kadarda birbirinden farklı diyordu kendi kendine. Yabancı bir şehirde yaşamak, iğneden ipliğe kadar her sorumluluğu üstlenmek, soba yakmak, soğuk kış gecelerinde avlunun kıyısında deden miras helaya gidip ihtiyaç gidermek, yeni aile bireyleri üç tavuk bir horozla uyumlu olmak, sigarasını çaysız içemediği için dünden birikmiş bardakları derme çatma lavaboda soğuk su ile yıkamak, çay demlemek, kahvaltı hazırlamak, Nazım abi yetmiyormuş gibi birde çocuklarıyla uğraşmak, ekonomik kısıtlama içerisinde hayat sürmek, sabahın köründe zorla ısıttığı fırın gibi yatağından kalkarak dondurucu ayazda belli bir yere kadar yürüyüp oradan okula gitmek için durakta otobüs beklemek her şeyin üstüne tuz biber oluyordu. Onun hayalindeki üniversite hiç böyle değildi oysa. İstanbul’a her gittiğinde üniversite okuyamayan arkadaşlarının iltifatlarına müstehzi bir gülüş atarak; siz üniversite okumanın ne olduğunu anlayamazsınız. Bu şehirde yaşayarak her dem başınızda duran annenizin, babanızın himayesi altında bunu anlamanız mümkün değil diyerek eski dostlarına kendince nasihatler veriyor, ah benim çektiklerimi bir bilseniz diyerek iç çekiyordu.

İki ayda zor alıştığı kümesten dönme odada yaşamaya Esman artık alışmıştı. Yapacağı başka bir şeyde olmadığından şimdilik sabredip her şeyde bir hikmet arayarak ilahi bir hisle kendini kontrol etmeye çalışıyor ve bunu başarıyordu. Alışması gerektiğini sürekli kendisine telkin ede ede artık her şeyi kabullenmişti. Bu evde alışamayacağı bir tek şey vardı onu da nasıl aşacağını bilemiyordu. Aklına geldikçe üstüne kâbuslar çöküyordu. Bir helanın bu kadar kıymetli olacağını hiç düşünmemişti. Derme çatmalığı, yıkık döküklüğü, delik deşikliği, tavan alçaklığı, tarihi hela taşının yükseklik mesafesinin bir metreye kadar düşmesi bir yana birde hela içinde banyo yapma zorunluluğunu hiç kabullenemiyordu. Zaruret gereği banyo yapması hâsıl olduğunda başından aşağı kaynar su dökülürdü. Kısa zamanda o kadar abes durumlar yaşamıştı ki etkisini üzerinden atamıyordu. Geniş bir tencerede su ısıtmak, onu ılıştırıp avlunun giriş kapısının kenarına yapılmış, her tarafı delik deşik helaya götürerek orada banyo yapmak düşünmesi bile artık ona zül geliyordu. Bir helanın bu kadar anısı olur mu be kardeşim diyordu kendi kendine. Her banyo yaptığında getirdiği havluyu kapı üstündeki boşluğu kapatmak için asıyor ev sahibinin halkından kimsenin tabi olarak kendisini görmemesini sağlamaya çalışıyordu. İçeriye onlarca ışık giriyor her defasında acaba beni görüyorlar mı? Akşamdan yediğim kuru fasulyeden kalma zorunlu garip sesleri duyan olmuş muydu? Diyip duruyordu. Aşırı hayalı yetiştiğinden titizdi. Oysa bu memlekette yaşam böyleymiş, bizim şehirde ayıp saydıklarımız burada mubahmış dese hiç sorun olmayacaktı.

Dünyada özleyebileceği en son şeyin bugünlerde en kıymetli şey olması onu hayli şaşırtmakta bir o kadarda hayretler içerisinde bırakmaktaydı. Kendi kendine gülüyor “Ya Rabbim bir helanın bu denli kıymetli olduğunu da bana öğrettin sana hamdolsun” deyip kendince dersler de çıkartıyordu. Herhalde dünyanın en antika helası bu olsa gerek diyordu. İhtiyaç hasıl olduğunda dikkat etmesi gereken ilk şey avludaki ve üst kattaki sessizlikti. Kimsenin görmediği bir anı yakalamak “işte o an” dedirtmemek için en mütenasip vakti kollamak gerekiyordu. İkinci katta oturan ev sahibinin çoluk çocuk her ferdini takip etmek bıkkınlık verse de en uygun anı yakalamak, onun için vazgeçemeyeceği bir şeydi. Avluya bakan evin her zaman penceresinde ya da balkonunda birileri oluyor ve yaşamsal alışkanlıklarından olsa gerek avlunun kenarında mayın yemiş gibi duran helaya bakmak hiç birine ayıp gelmiyordu. Bir defasında “işte o an” diyebileceği bir anı yaşamış utancından bir saatten fazla heladan çıkamamıştı. Helaya yönelmeden önce başını kaldırıp kümesle oda arasındaki avluya açılan kapıdan üs kata bakıp kimse olup olmadığını kontrol ederdi. Bir pazar sabahıydı, kendini sere serpe bıraktığı bir gecenin sabahında, başına hiç böyle bir şey geleceğini hesap etmemişti. Güzel bir kızın sırma kaftanlı saraylarda onu kandırması ancak rüyada olabilirdi. Uyandığında kuş tüyü yataktan arta kalan tebessüm birkaç saniye sürebilmişti. Aman Allah’ım şimdi herkesin evde olduğu bir günde ben helaya girip banyo mu yapacağım diye dertli dertli düşünmeye başladı. Çaresiz, atalardan miras büyük bakır tencereyi ocağa koyacak sonrada helaya girmek için en uygun anı kollayarak önce içeri girmeyi başaracaktı. Saat on birdi acaba herkes kalkmış mıydı? Kulağı yukardaydı. Ahşap evin kalın dilme tahtaları arasından aşağıya sesin inmemesi mümkün değildi. Birkaç kez yürüme sesinin kime ait olduğunu çözmeye çalışıyordu. Acaba Nazım abi yatıyor muydu? Çocuklar avlunun dışına çıkmış olabilirler miydi? Avluya her zaman yaptıkları gibi ani giriş çıkışlar yaparak tuvaletin dibinde oyun oynayacaklar mıydı? Yengenin çamaşır yıkama ihtimali, bir de onları avluyu boydan boya ikiye bölen çamaşır ipine asma durumu acaba var mıydı? Birkaç dakika içinde Esman’ın kafasından onlarca soru geçiyordu. İnce bir mühendislik hesaplamasıyla en az zayiatla işi koparmak, sonraları beraber aynı ortamları paylaştığı insanların gözüne bakarken utanç duyabileceği bir ânı hissetmemek istiyordu. Su ısınmış, rüyanın fiziki etkilerini Esman üzerinden silmek için kısık ateşte bekliyordu. Su ısındıktan sonra kırk dakikaya yakın “işte o an” dedirtmemek için beklemişti. Havlusunu, yeni çamaşırlarını, banyo için kullandığı terliğini hazırlamış kendini içeri atacağı anı bekliyordu. Bir ara cesaretlendi. Evde mutlaka birileri vardı ve hep olacaktı ne zamana kadar bekleyebilirdi. Düşündükçe olmayacak olumsuzluklar da aklına geliyor, içinden çıkılamaz bir noktaya onu götürüyordu. Aman be kardeşim bir ben miyim helada banyo yapan, kim görürse görsün, kim ne derse desin diyerek kendini teskin etmeyi başarmıştı. Havlusunu omzuna attı, çamaşırlarını koltuğunun altına sıkıştırdı, isli bakır tencerede ılıştırdığı suyu tekrar kontrol etti, su kıvamındaydı. Terliğini giydi. Artık cesaretlenmişti. Nazım abi tavukları erken yemlediğinden en azından onun aşağı inme ihtimali şimdilik yoktu. Yukarıdan kim görürse görsün diyerek cesaretini yeniledi. Ağzına kadar dolu kazanımsı tencerenin üzerine daha önce kullandıkları bakır bir tas koydu. Bismillah deyip kaptığı gibi dışarı yöneldi. Ayağıyla aralıklı duran kapıyı açtı. Helaya yöneldi bakmıyorum telkinlerini kendi kendine yapsa da çaktırmadan hızla etrafı kolaçan etti. Eh kimse yoktu. Bir tek arkasında kalan salon odasının küçük penceresinde Nazım abinin her zaman yaptığı sigara keyfi ihtimali kalmıştı. Arkasına bakmadan helaya yürümeye devam etti. İçeri açılan kapıya hafifçe bir tekme vurarak açılmasını sağladı. Tencereyi bu iş için yapılmış taşın üstüne koydu. Hemen kapıyı kapattı. Bir taraftan da tahta aralıklarından balkona doğru bakıyordu. Rahatlamıştı, Nazım abisi yoktu. Oh be ilk badireyi atlattık diyerek sevinmeye başladı. Çarçabuk banyosunu yaparak bir an önce odasına dönmekten başka bir isteği yoktu. Besmeleyi çekti, başından aşağı bir tas su döktü ki, avlu kapısının çaldığını duydu. Avlu kapısı tamda helanın dibindeydi. Sesler duymaya başladı. Aman Allah’ım yoksa gelen mi var? Hiç hareket etmeden sesi duyup duymadığından emin olmaya çalışıyordu. Güm güm güm, dış kapı yeniden çaldı. La Nazım ağa evde misin? Nazım abi sesi duymuş balkona çıkmıştı. Esman şaşkına dönmüş aman Allah’ım bir de bu mu olacaktı? Diyerek hayıflanmaya başlamıştı. Bir taraftan da aralıklardan olup biteni takip ediyordu. Nazım abi ahşap merdivenlerden hızla aşağı indi. Avlu kapısını açtı. “O Amet emmimin oğlu” diyerek sevinç gösterisi yapıyordu. “Bacım sen de hoş gelmişsen. La bu çocuk ne gadar büyümüş yav” diye bağırıp duruyordu. Esman daha başından bir tas su dökmeden kaynar su ile yıkanmıştı. Onun içeride olduğunu ev halkından kimse bilmiyordu. Misafirlerini nazım abi avluya almış dış kapıyı kapamıştı. Yavaş yavaş yukarı yöneldiklerini Esman sessizce takip ediyordu. Bir tek şey Esman’ı rahatlatabilirdi. Herkes evin içine girecek, uzun ve sesli hoş beş yaparken hızlı hızlı işini bitirip üstünü giyerek çıkıp odasına kapanacaktı. Güzel bir bahar havasıydı, hava aydınlık günlük güneşlikti. Yavaş yavaş tahta merdivenlerden balkona çıkmışlardı. Nazım abi emicesinin oğlunun omuzlarına elini koyuyor “la seni özlemişim yav” deyip duruyordu. Bir ara merdivenle ev arası genişçe inşa edilmiş balkonda duraksadılar. “La Amet istersen hava güzel aha bu sekinin üstünde oturabiliriz” sözü Esman için ikinci bir şok olmuştu. Aman Allah’ım helaya tam karşıdan bakan balkonda şimdi de insanlar mı oturacaktı! Yarım saate yakın üstüne bir tas su döktükten sonra pür dikkat olanları seyreden Esman yeniden şoktaydı. Bir de üstüne üslük Nazım abinin kızı ile oğlu gelen misafirin oğluyla beraber avluya inmişlerdi. Top oynuyorlar, arada bir helanın yan duvarına şut çekip güm diye bir sesin onlar için hiçbir şey ifade etmediği avluda mutlu mutlu oynuyorlardı. Esmanın helada olduğunu kimse fark etmemişti. Zira Esman sessiz olmak için dönerken bile dikkatli oluyordu. Öyle böyle derken bir saat geçmişti. Şimdi ne yapacaktı. Seki üstüne kurulmuş insanlar hiçte kalkacak gibi değildi. Çocuklarında avluyu terk etme ihtimali hiç yoktu. Su soğumuş Esman olayların şokuyla üşümüş vücudunun farkında bile değildi. Helanın yan duvarının bir metre kadar sonra üstüne çakılmış tahta aralıklarından avluya ve seki üzerinde oturanlara bakıyor ne yapacağını belirlemeye çalışıyordu. Biraz daha kalması daha komik bir duruma sokacaktı Esmanı. Dışarı çıkacak, “la gulum sen içerdemiydin, ne yapıyon bir buçuk saattir” sorularının muhatabı olacaktı. Don paça heladan çıkan bir insan ne söyleyebilir diki? Ama mutlaka hızlı düşünüp hemen çıkmalıydı. Biraz daha beklemesinin hiçbir anlamı yoktu, kimsenin hiçte içeri girme gibi bir niyeti yok gibiydi. Esman artık banyo yapmayı, hatta hafiften titremeye başlayan vücudunu çoktan unutmuştu. Bu kadar zaman sonra gacurt gucurt helanın kapısını açacak dışarı çıkarak yarı çıplak bir halde insanlara ne diyecekti. Hızlı düşünmesi gerekiyordu, bu vaziyette biraz daha beklemenin onu daha da mahcup edeceğini pek ala biliyordu. Helada dua edip birde özel bir haldeyken, Allah’ım bana yardım et diyemiyordu. Kafayı yiyecek gibi hissediyordu kendisini. Ara sıra sinirinden gülüyor; yav arkadaş Alparslan Malazgirt Savaşı’na girerken bu kadar plan yapmamıştır diyerek hayretlerini gizleyemiyordu. Artık karar vermişti, çıkacak ve hiç kimseye aldırmadan odasına doğru yönelecekti. Cesaretini topladı. Hela kapısının kössünü yavaş yavaş çevirmeye başladı. Üstüne yeni getirdiği atletini giymiş zaten altında da eşofmanı vardı. Ne var ki utanacak diyerek yüreğini sakinleştirmişti. Hızla kapıyı açtı herkes pür dikkat kapının açıldığını fark etmiş helaya doğru bakıyordu. Esman artık ayan beyan dışarı çıkmıştı. Önüne top almak için gelen misafir çocuğa bir gülümseme atarak başıyla herkese selam verdi. İnsanlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı Esman’a. Misafirler çok şaşırmışlardı. Birkaç yıldır gelmedikleri emmi uşağının bir göz odasını kiraya verdiğini bilmiyorlardı. Birden bire simsiyah sakallı yarı çıplak bir insanın karşılarında olmasına hayli şaşırmışlardı. Orada bir helanın olduğunun farkında bile değillerdi. Acaba bu bir delimiydi avlu kapısının altından avluya girmiş ne yaptığını bilmeyen bir meczup muydu? Diye akıllarından bile geçirmiş olabilirlerdi. Nazım abi durumu anlamış, Esman’ın ev içerisindeki tutumlarına hakim olduğundan olaya müdahale etme ihtiyacı hissetmişti.  

Kimse yoktu, sevinçli bir halde helaya yöneldi. Yolu yarıladı, Birkaç adım kalmıştı ki kabus çökmüştü. Tam içeri girerken ikinci katta oturan ev sahibinin hela manzaralı avluya bakan pencereye oturduğunu görmüş ne var ki elindeki mavi ibriğin onu nereye götürdüğünü işaret etmesinden yolundan vazgeçememişti. “Gulum, nasılsın gulum?” Sorularına bir de cevap vermek gerekiyordu. İyiyim Nazım abi sen nasılsın demek bu adam için hiçte tatmin edici olmuyordu. İbrik elimde anla be adam nasıl olabilirim demek istese de kelimeler boğazında düğümleniyordu. Neyse ki Nazım abisi lütfedip; “işini bitir, çıkınca geleyim de bir çay içelim gulum” deme cüretkârlığın da bile bulunmuştu. Kâbuslu bir ihtiyaç molası daha başlamıştı. Şu saatten sonra bir tek şey zihninde canlanıyordu. Delik deşik heladan, sessiz bir vadiyi andıran avlu içerisine uygunsuz bir ses yansımadan kazasız belasız gerekeni yapmaktı. Hayatı boyunca özlem duyduğu sessizliği ilk kez bu kadar sevmemişti. Tahta aralıklarından Nazım abinin hâlâ alçak pencerede derin düşünceler içerisinde sigara içmesi, arada bir de helaya doğru bakıyor olması onu çılgına çeviriyordu. Neyse ki kazasız belasız bir badireyi daha atlatmıştı.

İlk zamanlar zorluk çekse de, kutsal eğitim aşkına her şeye gönüllü katlanacağına dair kendi kendine verdiği söz, sabretmenin ilahi öğretisiyle birleşiyor ve tüm zorluklar güçlükle, sessiz isyanlarla yüklüde olsa aşılabiliyordu. Zira eğitim serüveninin en saygın basamaklarını adımlamaya başlamış, ailesinin “oğlum okuyup adam olacak” hayallerini tüm hücrelerine kadar içselleştirmiş, onların umutları için her zorluğa göğüs gerilmesi gerektiğini düşünmekteydi. Henüz içine sindiremediği menfi şeyleri reddedecek, yeni arayışlar içerisinde olacak dönemde değildi.

Eğitim aşkıyla şimdilik kutsallaşan bu topraklarda karşısına çıkabilecek her zorluğa ilahi bir aşk ile göğüs germek zorunda hissediyordu kendisini. Okumak, adam olmak, statü kazanmak ve saygın olmak ütopyalarının sosyal dayatmaları arasında başka bir şansının olmadığını da pek ala biliyordu.

Bazen soğuk kış gecelerinin dondurucu soğuğunda ıssız sokaklarda eve doğru yürürken, rengi solmuş parkasının delik cebine soktuğu sol elini yumruk yapıyor, sağ eliyle içli içli çektiği cigaranın ciğerlerine bıraktığı yapay huzurun son virajında, göğermiş dudaklarından boşluğa savurduğu dumanlı küfürlerin göklere ulaşmayacak bir isyana dönüşmemesine özellikle dikkat ediyordu. Nede zor geliyordu; daha ömrünün baharındayken anadan, babadan, yardan, eşten ve dosttan ayrı kalmak. “Yaktın beni Süleyman Hoca! Neme lazımdı edebiyat okumak. Yok muydu başka tercih?” derken pişmanlığını sadece kendi kendine, yalnız kaldığı vakitlerde ve özellikle okulla ev arası yürürken paylaşıyordu. Avludan içeri girdiğinde tüm olumsuzlukları bir bıçak gibi kesip atmasını biliyordu.

Şimdilerde Esman iyi bir Edebiyat Öğretmeni ve öykücü oldu.

Sevgiyle kal Esman, başarıların daim olsun.

Fatih Alim Daşpınar

Etiketler: » » » » » » » » » » » » » » »
9109 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.