logo

GORBAKOV OCHEN PLOKHOY PAREN-GORBAÇOV ÇOK KÖTÜ ADAM

GORBAKOV OCHEN PLOKHOY PAREN-GORBAÇOV ÇOK KÖTÜ ADAM

İhtiyar İvan güne erken başlar, beyaz kar üzerinde bir o yana bir bu yana gider gelirdi. Soğuğa aldırış etmez sırtına attığı parkenin ve içtiği votkanın sıcaklığıyla özgüveni yüksek bir hava içinde yürürdü. Dilinde sürekli küfür olduğu her halinden belli sözcüklerle hep isyan ederdi. Gider gelir gider gelir en sonunda sokağın başındaki magazin diye adlandırdıkları küçük tek camlı bakkaldan aldığı ekmeği nefretle ısırarak evine doğru geri dönerdi. Elini sürekli sağa sola sallayarak sanki birisiyle konuşur gibi bir hal içine girer sürekli kendi kendine konuşurdu. Hiç sarhoş olmaz ama hep içerdi. Vücudundaki votka artık içindeki acılar ve birikimlerden onu sarhoş etmek için yetmiyordu. Belli ki çok şeyler yaşamıştı. Bir şeylerin ters gittiğini, büyük kaba sert laflarla etrafında kim olursa olsun esirgemeden söyler dururdu. Kimseyle pek muhatap olmazdı. Kurduğu cümleler eğitimli bir insan olduğunu her halinden belli ediyordu. Rus dünyasında okumayan insan neredeyse yok gibiydi.

İvan gibi acıların beşiğinde okumuş yazmış hayatı bir derinlik içinde hissetmiş sayısız insan vardı. Trende, evde, yolda nerde olursa olsun Rus kültüründe her şartta okumak derin bir öğretiydi. İvan’da sürekli elinde gazete, kitap ile dışarı çıkar sık sık oturduğu bankın üzerinde sürekli bir şeyler okurdu. Ama okuduklarını, mazideki birikimlerini mırıldanmayla bir kedi gibi dışarı atarak rahatlamaya çalışırdı. Hiç vazgeçmediği votkanın tesiriyle olsa gerek sürekli kendi kendine konuşurdu. Haksızlıkta etmemek gerekiyordu, belki de konuşacak kimseyi bulamıyordu. Çünkü insan yaşlandıkça anlaşılmamaya ve bir yönüyle de yalnızlığa mahkûmdu. Onu anlayan onu dinleyecek onunla paylaşabilecek kimsesi yoktu. İnsanların biriktirdiği acıları dışarıdan bakmakla görmek ne kadar mümkündü ki.

Ben seviyordum İvan’ı. Ona sataşmak laf atmak hoşuma giderdi. Tolstoy gibi iri ve uzun sakallı, aslında oldukça heybetli bir adamdı. Neler yaşamıştı kim bilir? Yalnızlığa gark olmuş hayatının içinde ne kadar iri ve kalabalık hatıralar vardı kim bilir? Eşi çocukları elbette onunda heyecan dolu bir hayatı vardı belki de! Yaşlılığına biriken acı ve kederler kim bilir onun içinde nasıl bir yangına dönüşmüştü. Belki yüzlerce kitap bitirmiş, Rus edebiyatının o deruni ruhaniyetinden fazlasıyla feyizlenmişti. Çünkü İvan gerçekten boş, basit cümleler kuran sıradan biri değildi. İçindeki öfkeyle birleşiyor göğe doğru uzanan küfürler savurup duruyordu. Hayat İvan’ı çok yormuştu. Yalnız yaşıyordu. Alkolün esiri olmuş öleceği günü dört gözle beklemese de ölümün zorunlu kabulüne boyun eğecek kadar vakarlı duruyordu. İnsanların pek çoğunun koyun gibi yaşadığını düşünürcesine onlara hiç aldırış etmeden umursamaz bir eda ile sözünü herkesin duyabileceği bir ses tonunda haykırır sanki sesinin sadece yaratıcı tarafından duyulmasını isterdi.

Rusya yeni dağılmıştı. Daha bir sene önce Kırgızistan’dan pılını pıhtısını toplamış derin hesaplarla kurduğu Tanrı Dağları’nın eteklerindeki bozkırları terk etmişti. Kıl çadırlarda yaşamaya alışmış, çiğ et yiyen Kırgızların Kuartıra denilen planlı Rus evlerinde yaşamalarını sağlamak, özgürlük kadar huzur veren bir şey değildi belli ki. Hiçbir insan; gökyüzüne özgürce bakmanın, yollarda özgürce yürümenin, seyahat özgürlüğünün üstünde bir şeyi kabullenemez. Özgürlük ölümün kıyısında da olsa insan için vazgeçilmez bir şeydir. Toplama kampını andıran bu reyonlarda yaşayan halk, doğal olarak bir boşluğa itilmişti. Zorla imanları ellerinden alınmıştı. Allah yok felsefesi dayatılmış insanlar, akıllı hayvanlar olarak tanımlanarak, kölelik düzeni içinde yaşamaya mecbur edilmişlerdi. Değişik ırklardan özenle buralara yerleştirilmiş toplama halkın Rusça konuşmaktan başka ortak dili neredeyse yok gibiydi…

İvan yalnız yaşıyordu. Her zaman votka içer hiçbir zaman ayık gezmezdi. Onu fırsat buldukça lafa tutmaktan çok hoşlanıyordum. Kem küm edip zorlansam da bir şekilde kan ter içinde kalarak ona bir şeyler anlatmak hoş gelirdi bana. Aslında bu topraklarda yaşamak zorunda olduğum bu anların acısını bi nebze olsun unutmak için İvan’a sataşmayı tercih ederdim.  

Penceremin önündeki apartman giriş kapısının hemen önünde duran banka oturur; “Gorbaçoh oçin ploha” diye söylenip dururdu. Onun oturduğunu her gördüğümde “koş Fatih, bu adama takılıp muhabbet etmelisin, geldi senin ki” iç sesine kulak verir koltuğumdan fırlar, duvarda duran kuyruklu piyanonun üzerinden ellerimi öyle bir bastırarak yürütürdüm ki odanın içinde karmaşık sesler bile bir senfoniye dönüşürdü. İvan’ı kaçırmak istemezdim. Ona da kendime de iri kupa bardağa çay koyar bir ok gibi ihtiyarın yanında biterdim. Daha önce birkaç kez laf attığımda kuytulu gözlerinden bana bakarken sakinleştiğini, ses tonunu değiştirerek naif bir ruh haline büründüğünü hissederdim. Beni seviyor gibiydi, tam çözemesem de kötü gözle bakmaz bana konuşurken ses ayarına özen gösterirdi. İri mavi gözleri aslında geçmişte nasıl bir enerji ürettiğini bana hissettiriyordu. Müthiş karizmatik ve düzgün yüz hatlarına sahipti. Yaşına rağmen neredeyse yüzünde bir kırışıklık bile yoktu. Birbirimizle kırık dökük anlaşmadan konuşmak her ikimizin de hoşuna giderdi. Yumuşak bir bakışla bakmasından mütevellit kurduğu cümlelerin pek çoğunu anlamasam da iyi şeyler söylediğini düşünürdüm.  

Günlük bana yetecek kadar ezberlediğim Rusça kelimeler hemen hemen elli civarındaydı. Cesur ve girişimci ruh halim, kırık dökük Rusçayla ihtiyarı bağlamaya yetiyordu. Aynı kelimelerle sürekli değişik şeyleri anlatmaya çalışmak ona çok komik geliyordu ki gülüyordu sürekli. Onu güldürmeyi başarıyordum. Benim nükteli yaklaşımlarımdan hoşlanıyordu. Hele Gorbaçoh; oçin haroşi çelavek (Gorbaçov çok iyi adam) dediğimde kükremesi mahalleyi neredeyse ayağa kaldırırdı. Hiç beklemeden bildiği bütün küfürleri sayar benim anlamama, düşünmeme fırsat vermeden; oçin ploha, (çok kötü) oçin ploha diye hiç durmadan mırıldanıp dururdu. Çayını yavaş yudumlamasından hoşlanırdım. Çünkü gitmesini istemez, Rusçamı onunla geliştirmek istiyordum. Benim derdim hem İvan’ı tanımak, hem onun nazarından Rusya’yı öğrenmek hem de Rusçayı geliştirmekti. Bir defasında Allah inancının olup olmadığını sormuştum, yumuşak ses tonuyla, nemli gözlerle; başını onaylarcasına öne doğru salladı ve “kaniyaşna Allah yest” demişti. Çok sevinmiştim Allah’a inanmasına. İhtiyar derin bir adamdı, kendime kızıyordum Rusçamın hiç düzeyde az olması ve kendimi anlatamamdan dolayı isyan edesim gelirdi. İnanç ve itikadım Rusya topraklarına düşen her Türk erkeğinin kendini bir Rus kadınının kollarına bırakmasına inat bir ihtiyarla arkadaş olmayı bana telkin ediyordu. Ve ben sabır ve metanetle bunu tercih etmiştim. Daha yirmi yaşında olmama rağmen arkadaşım seksenlik ihtiyardı.

İvan, Gorbaçov’un Rusya’yı dağıttığını düşünür polit büro derin yapısının bunda nasıl parmağının olduğunu hiç hesaba katmazdı. Sanki bir devleti yöneten bir tek adamdı. Gorbaçov bu kararları sanki tek başına almıştı. Alkolünde etkisiyle Rusya’nın dağıtılmasının tek sorumlusu sanki Gorbaçov’du.

Elli yılı geçmiş Komünist manifestonun su, elektrik, ev, hastane ve eğitim giderlerini bedava karşılamasının bir hikmet olmadığı anlaşılmıştı.

İnsanın ruh açlığını unutup sadece midesine yatırım yapmak, dışsal yaşam koşullarının tesisinin yaşam için kâfi geleceğini düşünmek, İvan gibilerin eline sıkıştırılmış votkanın, her on günde bir bayram ilan etmenin tanrısal iletişimi kesmeye kâfi gelmeyeceği yıllar sonra anlaşılmıştı. İnsan ruhu bunu asla kabul edemezdi ve etmedi de.

İnsan ne şartta olursa olsun Allah’a muhtaçtır!

Selam ve Dua ile

Fatih Alim DAŞPINAR

625 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.