logo

İLK KIVILCIMLAR

İLK KIVILCIMLAR

“Bir âlimin ölümü, bütün bir milletin ölümünden daha büyük bir kayıptır.” (Hadis)

“Ya ilim sahibi, ya ilim öğrenen, ya dinleyen veyahut âlimin dostu ol. Sakın beşinci vaziyette bulunma, mahvolursun.” (Hadis)

Bu ilkeleri temel kabul eden bir dinin, hakiki bir mensubu dünya insanları içerisinde cahil olabilir miydi? Başkalarına el açan olabilir miydi? Tabii ki dinleyen, tabii ki âlimleri seven olmaktan ziyade, ilim öğreten olabilme yolunda gayret sarf edecekti. İşte bu hep böyle oldu.

İlk emri “oku” diye başlayan bu kutsal davanın okuyucuları olarak mensupları, önce kendilerini sonra evreni okudular. Onlar önce Arapçayı değil, önce “Rabb” cayı  öğrendiler. Önce kelamı değil, ruhu kavradılar. O yüzden bünyelerinde nice okuryazardan ziyade, arifler yetiştirdiler.

“Rabbim beni terbiye etti. O beni ne güzel eğitti.” diye buyuran Sevgililer Sevgilisi (s.a.v.)’nin üsve-i hasene (en güzel örnek) olarak örnekliğini yaşadığı engin hakikat deryalarında, yükselişe geçen o güzel insanlar, ilim ve medeniyetin nadide örneklerinin yetişmesinde ilk adımları atacaklardı.

Öncelikle keşif ve buluşları önemsediler. O günlerde Mescid-i Nebi hurma yapraklarının yakılması ile elde edilen ışıkla aydınlatılmakta idi. Şam diyarından gelen Tamim ed-Dari (r.a.) daha iyi aydınlatsın diye yanında bir kandil getirmiş onu mescidin duvarını asmıştı. Sahabe’den, Resulullah bundan hoşlanmaz diye itiraz edenler olmuştu. Fakat o buna kulak asmadı. Allah Resulü mescide girince kandile bakıp etrafına bunu kimin getirdiğini sordu. Tamim: “-Anam, babam, canım sana feda olsun Ya Resulallah! Ben getirdim” deyince “sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin ömrünü aydınlatsın” buyurmuştu.

İşte bu bakış açısı araştırmayı, incelemeyi, icat ve keşifler peşinde koşabilmeyi ve faydalı olanları kendimize maledebilmeyi öğreten bir ince mesajdı.

Onlar tebrik ve övgü dolu bu ince mesajı aldılar ve sağlam hakikatler çerçevesinde insanlığın düşünce ufkuna zenginlikler kattılar. İşte onlardan bir tanesi:

Bir gün bir adam, Allah Resulü’nün huzuruna gelerek elindeki bir tas balı efendimizin önüne koydu ve saygıyla kenara çekildi. Allah resulü arkadaşlarına dönerek: “Bu nedir?” diye sordu. Onlar tereddüt etmeden “Baldır Ya Rasulallah!” cevabını verdi.

Ama Allah’ın Arslanı Hz. Ali (r.a.) cevap vermede acele etmedi. Bal tasına uzanarak bir parmak bal alıp ağzına götürdü ve tadına baktı: “Bu baldır Ya Resulallah!” dedi. Bu söz üzerine Allah Resulü tebessümle çevresindekileri süzerek şu cevabı verdi: “Ali doğru söyledi!” Hâlbuki mescitte oturanların büyük çoğunluğu onun bal olduğunu bilmişti. Peki, neden Ali doğru söylemişti? İşte bu konudaki hassasiyet müminin ilme bakışını direkt olarak etkilemiş bir sahnedir.

Bu nedenle müminler emin olmadıkları bir konuda fikir beyan etmemişler, insanlığa yararlı olduğu kesin olmayan bir mevzuyu insanlığın kullanımına sunmamışlardır. Medeniyet dünyasına ulaşabilmenin ilk ilmi kıvılcımları böylece ruhlarda çakmaya başlıyordu.

Bu olay bizlere, ilim dünyasına deneyciliği kazandıranların Müslümanlar olduğunu söyleme hakkını vermektedir. Bu nedenle ölümden sonra her şey bitmişken, amel defterinin açık olup iyilik yazılmaya devam etmesine sebep olacak ilmi buluşları ve icatları aşkla ve şevkle aramışlar.

“Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen ilme sarılsın. Hem dünyayı hem ahireti isteyen ilme sarılsın” buyurarak bu duyguları ibadet kıvamında ruhlara perçinleyen işte bu iman idi.

İlim adına insanlık tarihinde öyle muhteşem izler bıraktılar ki; batılı bazı insaflı tarihçilerin şu iki konuda hayıflandıklarını, keşkelerle andıklarını araştırmacılar bize haber veriyor:

732 yılında Fransa’da yapılan Poitiers Muharebesi, Endülüs Valisi Abdurrahman El Gafiki’nin yenilmesiyle neticelendi. Batılı ilim tarihi araştırmacıları bu hadiseyi değerlendirirken Charles Martel’in galibiyetini “cehaletin ilme zaferi” şeklinde tarif eder ve bir felaket olarak vasıflandırırlar. “Eğer bu felaket olmasaydı İslam medeniyeti Avrupa’yı daha o zamandan itibaren aydınlatmış olacaktı” diye yana-yakıla anlatırlar.

Diğer bir konu ise İstanbul’un fethidir. 655-782 tarihlerinde İstanbul’a karşı girişilen seferlerin neticesiz kalmasını, batının çok daha önce aydınlanmasına mani olduğunu dile getirirler.

Bu konuda batılıların İslam medeniyetine olan hayranlığını, evlerindeki “şark köşeleri” nden somut olarak anlayabilmekteyiz.

Evet, Sevgili dostlar.

Topkapı surlarından beyaz atıyla İstanbul’a süzülen Fatih’in, Bizans’ın genç kızları tarafından çiçeklerle karşılanma sebebi de işte buydu.

Sahi onlar: “Başımızda Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığını tercih ederiz” diyenler değil miydi? Çünkü İslam; medeniyet demekti, merhamet demekti, iyilik demekti, imar etmek demekti.

Sen Ey Sevgili Türk Genci!

Dinini, dilini, tarihini tanı. Sen Konstantiniyye örnekliğinde, peygamber övgüsüne muhatap olan necip bir milletin torunusun. Ayağa kalk! Silkin! Kendine dön!

Ecdadının tarihteki emsalsiz değerini, günümüzde de nice gençlerimizin hülyasında görebilmenin mutluluğu, uyanan Türkiye’mizin geleceği ile ilgili ümit deryasında, bizi coşkuyla kanatlandırmaktadır.

Selam olsun vatanı milleti uğruna çalışanlara.

Selam olsun tarihin bayraktarlığını yapan Bayraktar’lara.

Selam ve dua ile.

Yaşar YAVUZ

191 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.