logo

RESUL’ÜN HAKKANİYET ÖRNEKLİĞİ

RESUL’ÜN HAKKANİYET ÖRNEKLİĞİ

Has bahçenin kıymetli okurları hepinizi Allah’ın selamı ile selamlıyorum.

Sevgili Genel Yayın Yönetmenimiz Ayetullah Bey: “Hocam konu olarak serbestsiniz, istediğiniz konulardan yazabilirsiniz” dememiş olsaydı, herhalde bu görevin zorluğunu daha bir yakinen hissederdim. Nitekim bu gösterilen hoşgörü, aşkımızın ve şevkimizin ziyadeleşmesinin sebebi olmuştu. Kendisine teşekkür ederken, Sevgili dostlar buyurun beraber çıkalım gönül yolculuğuna diyorum…

Sene 1983, aylardan 5 Ocak. Koca bir üniversite bitirmiş olmanın mutluluğu ile kendimi dolu zannederken, göreve başlayınca ne kadar da boş olduğumu günler içerisinde hissedecektim. Ben artık Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeniydim. Hem de rahmetli Zeki Müren Beyefendinin villasına komşu bir okulda.

İmam Hatip Lisesi ve ilahiyat fakültesi yıllarında ideal mesleğiniz nedir? sorusuna çoğu arkadaşımın verdiği; Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde İmam, vaiz, müftü, ya da yurtdışı din ataşeliği gibi görevler favori gösterilirken; benim idealim öğretmenlikti.

Öğretmen olmak; edindiği güzel ve kutsal bilgileri gencecik dimağlara nakşetmek, gönüllerde insani, İslami ve ahlaki meltemler estirebilmek, Allah’tan en büyük arzumdu. Gerçi valizim hazırdı. Doğu ve Güneydoğu illeri herhalde benim ilk heyecanım olacaktı. Fakat hayat sürprizlerle doluydu ve benim adıma gelen zarfın içerisinde İstanbul, diğer adıyla İslambol yazıyordu.

(Halen Fatih caminin kuzeyinde bulunan küçük sokağın adı İslambol’dur.)

Bir insan için hayattaki en büyük servetin içtenlik ve samimiyet olduğunun bilincindeydim. Öyleyse öğretmenlik hayatımın ilk günlerinden itibaren bu içtenliğimle bu mesleğimi icra etmeliydim. Bunun için sabah okula giderken yanlarından geçtiğim gökdelenlerden veya dubleks evlerden karşıma gelecek olan öğrencilerime karşı:

“Allah’ım onların nezdinde hata yapan bir insan olmaktan sana sığınıyorum. Çünkü bazı insanlar hatayı kişiye mal ederken bazı insanlar da o kişinin unvanına fatura ediyorlardı.

Sıradan bir branş öğretmeni olunca Ahmet Bey şu hatayı yaptı diye anons edilirken, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni olarak hata yaptığında ise zaten Müslümanlar böyledir diye mühür basmaya hazır nice insanlar vardı.

Bir doktorun kanser hastalığına teşhis koyabilmesi için kendisinin kanser olması gerekmezdi. Ancak din kültürü öğretmeni olan birinin ahlakı anlatabilmesi için kendisinin ahlaklı olması şarttı. Velhasıl öğretmenlik zor zanaatı.

30 küsur yılın sonunda memlekete emekli bir öğretmen olarak dönmeye karar verdiğimizde, bir özel okulun bize kucağına açmış olduğunu görmek büyük hamdimize vesile olmuştu. Yıllar sonra Facebook’ta arkadaşlık teklif eden 90’lı yıllardan eski bir lise öğrencimin adını görünce evet demiş, teklifini kabul etmiştim. Fakat hemen ardından genel satırlar vurgun yeme durumu yaşatıyordu.

Öğrencim şöyle diyordu: “Falan tarihte okulun yan penceresinden içeriye girdiğim için idareci olduğunuzdan bana kızmış ve bir tokat atmıştınız hakkımı size helal etmiyorum”

Donup kaldım ve ne diyeceğimi bilemedim. O günlerde eski öğrencilerimle konuştuğumda ne olur öğrencilik yıllarımızda öğretmenlerimizden tokat yemiş, biz de öğrenci arkadaşlarımıza atmış olabiliriz. Bize haklarını helal etsinler diyorduk.

Bu arkadaşa bu cümlemiz ulaşmamış olmalı ki hakkımı helal etmiyorum demişti. Biz de ona cevap verdik: “Memleketimiz ve adresimiz şudur. Buyurun gelin o attığınız tokatın aynısını yemeye biz hazırız. Hakkınızı lütfen helal ediniz”

Bundan başka bir cevabı asla düşünmedik. Çünkü bizim Rehberimiz, önderimiz, kılavuzumuz kâinatın sevgilisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi.

Buyurun bugünkü satırlarımızı O’ndan bir hatıra ile ibret alma ümidiyle ve aşkla dile getirmeye çalışalım:

“Allah resulü ömrünün son günlerini yaşıyordu. Artık namaz kıldıramaz, mescide tek başına gelemez olmuştu. Hz. Ali ve diğer arkadaşları onun koluna girer; mescitten eve, evden mescide götürürlerdi. Yine bir gün bir namaz vakti sonu o şerefli arkadaşları ah bir konuşsa anlatsa da onu dinlesek diyerek can kulağı ile Peygamberi dinlemeye hazır vaziyette beklerken, onun dudaklarından şöyle bir cümle dökülmüştü:

“Ey İnsanlar! Kimin bende bir hakkı varsa, gelsin hakkını istesin! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin benden hakkını alsın!”

Allah’ın resulü tam 3 kez bu cümleyi söylemişti. Hiç kimseden bir hareket beklenmiyordu. Nasıl beklenirdi ki! Ona haklar binlerce kez feda değil miydi? O değil miydi; anam, babam, canım sana feda olsun diye muhabbetle bağlanılan. O değil miydi attığı adımı, aldığı nefesi sayılan.

Müminler tam konunun kapandığını düşünürken, Ukkaşe adında zayıf sıska bir adam ayağa kalkmış ve “Anam, babam, canım sana feda olsun ya resulallah! Falan savaşta devenizle benim yanımdan geçerken, elinizdeki deve kullanımında kullanılan kalın ip, benim sırtıma dokunmuştu da canım yanmıştı. Kısas istiyorum” dedi.

Mescid-i Nebi’de adeta bir ölüm sessizliği vardı.

Şimdi bir zat peygamberin sırtına vurarak ondan kısasla hakkını mı alacaktı? Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Kim böyle bir şey isteyebilirdi?

Herkesi şaşırtan bir süratle Allah Resulü Hz. Ali’ye dönerek: “Ya Ali eve git ipi al ve getir! Emrini vermişti. Herkesin şaşkın bakışları arasında Hz. Ali Mescid-i Nebi’den çıkmıştı.

Herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışırken kendini ilk toparlayan Hz Ebubekir idi. Ukkaşe’ye seslenerek: “Ya Ukkaşe biliyorsun Allah resulü hayli yaşlıdır, zayıftır. Gel bu talebinden vazgeç. Fakat Ukkaşe kesin bir irade ile:”-Ben kısas istiyorum” demişti.

Allah resulü bir şey demedikten sonra Ebubekir ne yapabilirdi ki? Üstüne üstlük Hz Peygamber ona dönerek: “Otur yerine Ya Ebu Bekir! Katımızda senin kıymetini biliyoruz” diyerek onu susturmuştu.

Ardından o dev cüssesi ile Hz. Ömer kalkmış yalvaran bir sesle: “Ey Ukkaşe peygamberin yaşlılığını görüyorsun. Benim ise sırtım kuvvetlidir, bana 100 kez vur. Yeter ki peygambere ilişme” demişti.

Ukkaşe yine kendinden emin bir tavırla: “Hakkımı istiyorum, kısas istiyorum” derken, Allah Resulü aynı sözlerle Ebu Bekri susturduğu gibi, onu da susturmuştu.

Ashap derin üzüntülerle olayın akıbetini bekliyor, Allah Resulünün sırtına vurulacak olmasından kaynaklanan üzüntüyle hıçkırıklara boğuluyordu.

Belki de son bir hamleyle, zenginliği ile tanınan Talha ayağa kalkarak: “Ya Ukkaşe! Falan yerde çok değerli bir hurma bahçem var. O bahçemi sana hediye etsem de bu talebinden vazgeçsen” diye yalvaran sesine rağmen cevap değişmeyecekti: “Kısas istiyorum!”

Bu arada Ayşe annemiz Hz. Ali’ye bu kalın ipin ne olacağını sorduğunda aldığı cevaptan sonra gözyaşları içerisinde: “Siz değil miydiniz Peygamberi savaşta koruyan. Kolunuz kopsa diğer kolunuzu kılıca uzatan, mücadele eden. İki kolunuz kopsa başınızı kılıcın önüne uzatan. Şimdi size ne oluyor da onu içinizden birine karşı koruyamıyorsunuz?”

Kelimelerin tükendiği an!

Mescidin kapısında görünen Hz. Ali’yi Allah resulü yanına çağırarak elindeki kalın ipi almış ve dönerek: “Gel Ya Ukkaşe! İşte sırtım hakkını benden al” demişti.

Ashap o tarafa dönüp bakamıyordu. Üzüntü gözyaşları sel olmuştu.

Ukkaşe bir kez daha insanları şaşırtan bir istekte bulundu: “Siz benim canımı yaktığınızda sırtım çıplaktı Ya Resulallah!”

İşte hıçkırıkların semalara yükseldiği an!

Bunun üzerine Allah resulü hemen üzerindeki gömleği beline kadar sıyırıvermişti.

Ukkaşe bir kez daha insanları şaşırtan bir hareketle elindeki kalın ipi yere fırlatıp, peygamberin mübarek sırtına sarılacak ve sağ kürek kemiği üzerinde bulunan “Nübüvvet Mührü”nü öpecek, öpecek yine öpecek ve Sevgililer Sevgilisi (s.a.v.)’ne hıçkırıklar eşliğinde:

“Anam, babam, canım sana feda olsun ey Allah’ın peygamberi! Hiç mübarek teninize vurabilir miyim? Beni affedin. Şunu arzu ettim ki, sırtınızdaki Peygamberlik Mührünü bu günahkâr dudaklarımla öpebilirsem cehennem azabı bana dokunmaz diye düşündüm. Beni bağışlayın Ey Allah’ın Elçisi!”

Ukkaşe’nin hıçkırıklara boğularak söylediği bu muhabbet dolu cümleler, peygamberin de mübarek gözlerinden yaşlar akmasına sebep olmuştu.

Allah Resulu şöyle diyecekti: “Aranızda cennetlik bir kimse görmek isteyen Ukkaşe’ye bir baksın”

O ana kadar bir kaşık suda boğulması istenen Ukkaşe, ızdırap gözyaşlarının sevinç çığlıklarına dönüştüğü anda, herkesin gıpta ettiği, imrenerek baktığı ve kendisini kucaklamaktan mutluluk duyduğu bir mü’min olarak sahne alacaktı.

Evet, Sevgili dostlar!

Allah Resulü’nün kul hakkı üzerindeki bu muhteşem uyarısı ışığında, dünyadaki hata ve kusurlarımız için özür dileyebilmeli “Gel kardeşim! İşte sırtım. Gel hakkını benden al diyebilmeli…”

Selam ve dua ile.

Yaşar YAVUZ

Etiketler: » » » »
305 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.