logo

TÜRK TİPİ EVLİLİK MODELLERİ VE ERKEĞİN CİNSELLİK SINAVI

TÜRK TİPİ EVLİLİK MODELLERİ VE ERKEĞİN CİNSELLİK SINAVI

Doksanlı yılların ortalarına kadar Türk kadını kocasının hegomanyası altındaydı. Dul kalmak, boşanmak, kocasını terk etmek bir ahlaksızlık olarak nitelendirilir ve kolay kolay boşanmalar bu tarihe kadar olmazdı. Cumhuriyet tarihinin tamamında bu tarihe kadar olan boşanma oranları % 2’nin altındaydı. Bu tarihe kadar olan evliliklerinin pek çoğu görücü usulü, ebeveyn baskısıyla tecessüs eden ısmarlama evliliklerdi. Anne babalar kendi zihinlerinde olacağına inandıkları evlilikleri baskıyla çocuklarına dayatırlardı. Bu dayatma kız içinde erkek içinde çoğu zaman değişmez her iki insanında ruhsal etkileşimi dikkate alınmaz, fikirleri dahi pek sorulmazdı. Sorulsa bile baskıcı bir dil kullanılır bak aklını başına al sonra karışmam sopası hep kapı arkasında hissettirilirdi. Evet, eleştirilebilir bir modeldi ve baskıyla dayatmayla sormadan evlilik olmamalıydı. İnsanın evleneceği kişiyle alakalı aklıselim bir düşünme aralığı olmalıydı. Elbette buna itiraz edilemezdi.

Ancak bu zorbacı modelden, kafe köşesinde elinden tuttuğunu ailesinin karşısına getirme modeline evrilmekte ayrı bir paradoks olsa gerek. Elbette bu tarz evlilikler de kabul edilir bir şey değil. Sonuçlara bakıldığında o tip evliliklerinde nasıl bir sonuç doğurduğunu ayrıca görüyoruz. Türkiye her anlamda tanımlaması güç dikey geçişler yaşayan, evlilik gibi kutsal bir sahada da bir türlü sağlıklı zemini bulamamış garip bir ülkedir.

Ancak her iki evlilik modelini kıyaslayacak olursak; doksan öncesi evliliklerde sabır ve şükür öne çıkarken boşanma oranları da %1-2’leri geçmezdi. 90’ların ortalarına kadar bu böyleydi. Kadınların 90’ların ortalarından sonra iş hayatına dikey dâhil olmasıyla sert bir süreç başladı. Büyük şehirlere göç ve buna bağlı olarak kız çocuklarının okuması yeni bir hayat modelini de beraberinde getiriyordu. Kadının iş hayatına dâhil olma oranlarıyla boşanma oranları eş başlı ilerledi. Özgürleşen kadın anne babalarının baskıyla yaptığı evliliklerin tersine elinden tuttuğu genci ebeveyninin önüne dikip; “sürprizzzz işte benim evleneceğim insan” diyerek atalarının gelenek görenek sabır şükür bentlerini öyle bir devirdi ki sanki yeni bir hayat ihdas edildi. Kimse bu modellemeye ses çıkartamaz oldu. Çocuklarının tercihine bir hayat tanzimini bırakan bedenen ve fikren göçebe olan insanlar halen daha bu geniş ve anlamsız travmanın yapı taşlarını çözmeye çalışıyor.

2000 yılından sonra evlenen çiftlerin pek çoğu iş hayatına dâhil olma oranlarıyla eş değerde boşanma sendromuyla karşı karşıya. Özgürlük ve kadının ekonomiye sert bir şekilde dâhil olması; beklenen ferahlığı getirmek yerine tam tersi bir durum ortaya koyarak dünyanın en hızlı boşanan ülkeleri arasına girmesinin de önünü açmıştır.

Türkiye’de her 5 yılda yapılan TÜİK raporlarına göre boşanma oranı milenyum yılından sonra tedricen yükselerek % 40 bandına kadar yükselmiştir. Kadının iş hayatına dâhil olması da aynı oranlardadır. Çocuk yapma oranı da aynı şekilde yine dip yapmış 2 çocuk sayısının çok altına düşmüştür. Bu bağlamda Türkiye ağır bir çözülme süreciyle karşı karşıyadır. Ailelerin hükmettiği çocuklar gitmiş, çocukların hükmettiği ebeveyn dönemi başlamıştır.

Kadın cinayetleri, erkek cinayetleri, aldatmalar, fuhuş ve ahlaksızlık almış başını gitmiştir. Kadın ve erkeğin evlide olsa gönüllü yaptığı ahlaksız ilişkiler insan hakları ve kişisel tercihle izah edilmiş, eşcinsel eğilimlerin meşruluğu bambaşka bir ahlak erozyonu olmasına rağmen korunma altına alınmaya çalışılmaktadır. İstanbul yasaları gibi tuzak anlaşmalarla dayatma haline dönüştürülmesi Türkiye’yi bir yönüyle uçuruma sürüklemektedir.

“İstanbul Yasası Yaşatır” sloganı bir yönüyle doğrudur. İstanbul yasası güçlü kadın, eşcinsel erkek, lezbiyen kadın ya da ismi bile anlamsız olan diğer karmaşık sapkın cinsel karakterlerin yaşaması ve çoğalması bağlamında koruyucu bir anlaşmadır. Bu anlaşma düzeni bozulmuş biraz kadın biraz erkek tipolojilerinin var olabilmesi için itinayla ortaya atılmış bilinçli ve çalışılmış bir anlaşmadır. Bir diğer yönüyle de; “birinizi birinizden üstün yarattık” ayetindeki sosyolojik düzen bakımından ağır yük altına sokulan erkeğin hadım edilmesinden, Allah’ın yaratma ve ihdas ettiği düzenine karşı bir baş kaldırı ve isyandan başka bir şey değildir. İstanbul yasası hiçbir maddede erkeği koruma altında tutmaz. Anlamsız bir şekilde erkeği düşman gösterir. Erkek haricinde herkes koruma şemsiyesi altındadır. Erkek ve ataerkil yapı doğal bir düşmandır.

Güçlendirilmiş kadın, zayıflatılmış erkek, meşrulaştırılmış eşcinsellik, kadından ve eşcinsellerden yana kullanılan pozitif ayrımcılık yaradılış manifestosunun tam tersidir. Bu anlaşma, İnsanlık ve ülkemiz için; kaostan, çürümüşlükten, dağılmadan başka hiçbir şey getirmeyecektir. Siz yaratıcıdan daha mı iyi bileceksiniz? Sosyal hayatın tanzimi ve ihyasında erkeğin sorumluluğu ve üstünlüğü yaradılış yasalarında açıktır.

Kadının özgürlük adı altında dikey bir anlayışla sokağa sere serpe çıkarılması özgürlük, ferahlık, medeniyet gibi kulağa hoş gelen şeyleri getirmemiş aksine; zina, aldatmaca, kaos, çatışma ve şahsiyetsiz erkek tipolojilerini toplumun önüne koymuştur. Kadının anlamsız bir dayatmayla zorla erkeğe eşitmiş gibi her alanda iş dünyasına daveti bozulma ve ahlaksızlığı beraberinde getirmiştir.

Feminist savunma hattının pekişmesi, insan hakları yerine kadın hakları vurgusu, kadının beyanının esas alınması, kadından yana pozitif ayrımcılık safsatası, erkeğin zayıflatılması, kadının anlamsız bir şekilde güçlendirilmesi, bir taraftan kadın erkek eşittir derken diğer taraftan kaos doğuracak sosyolojik ayrımcılık bir toplumu dağıtmak için yeterli bir sebeptir.

Türkiye, kendi kendine icbar ettiği dayatmacı sıkışmış zihin yapısıyla, doğu batı arasında tahkim etmeye çalıştığı kalben doğulu fikren batılı algı biçiminin ağır travmasıyla karşı karşıyadır.

Hiç kimse Türk erkeğinin bu anlamsız dönüşümde ne durumda olduğunu sormaz. İçinde bulunduğu buhranların neye niçin tekabül ettiğini dikkate dahi almaz. Varsa yoksa kadın hakları eksenli bir bakış açısıyla erkeğin hak ve hukukunu koruma mantığı bile neredeyse yok gibidir. Bir kadın ve erkek çatışmasında ön kabul olarak kadın mutlaka haklı erkek ise mutlaka haksızdır. Oysaki duygusal düşünen kadın, analitik ve akılcı düşünen erkektir. Güçlü olan erkek zayıf olan kadındır. Hayatın dış dünyasında yoğun bir şekilde hayatın sillesini yiyen erkektir. Kadının duygusal davranmasına rağmen erkeğin duygusal açlığı ve eğilimi kadının en az iki katıdır. Cinsel yönden tam bir fabrika niteliğinde olan erkektir. Kadının adet sonrası dört beş gün yumurtlamasına karşılık her gün siperm üretip bu sipermlerle başı dertte olan erkektir. Etken konumda olup edilgen kadının baştan ayağa cazibesi karşısında; sabır, direnme ve korunma mecburiyetinde olan maalesef yine erkektir. Kadının dış dünyada sere serpe göstermesi suç sayılmaz iken erkeğin plajda dahi giydiği beyaz don bile kadının gözüne batmakta magandalıkla suçlanmaktadır. Kısacası erkek ağır bir taarruz altındadır.                                               

Zavallı Türk erkeği bir taraftan bu geniş çaplı baskı ve kuşatmaya maruz kalırken diğer taraftan kendisini yatakta ihmal eden hatta cezalandıran, hemcinslerine ve dış dünyaya süslenen, cinsellik eğitim ve terbiyesini almamış, erkeğinin cinsel ve duygusal açlığıyla alakalı neredeyse hiçbir şey bilmeyen bir kadın profiliyle de maalesef karşı karşıyadır. Bir erkek için en önemli öz değer olan cinsellik kadın hiçin büyük oranda çok erkeği adına çok şey içermemektedir. Ve erkek bu isteğe bağlı duygusallık karşısında sürekli zavallı pozisyonuna düşürülmektedir. Cinsel rahatlamadı manevi değerlerin halvet ve birleşmenin hakiki manada ne olduğunu ne kadın ne erkek hakkıyla bilmemektedir. Erkek bunun ızdırabı karşısında kıvrım kıvrım kıvranırken kadın kendi üzerinde taşıdığı değerlerin ne olduğunu bilmediği gibi sürekli; başka bir şey bilmezsiniz aşağılamasıyla da erkeğini en zayıf durumdayken uçuruma doğru itmektedir. Bu çaresizlik pek çok erkeği başka kadına, dış dünyada futbol, kahvehane gibi noktalara sığınmaya itmekte yaşadığı durumu izah edemeden ölüp gitmektedir. Aklı, duyguları, gerçekler ve ahlak değerleri arasına sıkışmış kalmış bir durumdadır. Çaresizlik içinde kıvranıp durmaktadır. Cinsel istek yüzünden ekseri çoğunluk sürekli eşi tarafından horlanmakta hatta çok daha ağır cezalandırıcı muamelelere maruz kalmaktadır. Türk kadını bu bağlamda büyük bir günahın içindedir. Kocasının cinsellik hayatını hiçe saymakta, günde yüz elli defa cinsel uyaran ile yaşamak zorunda kalan her türlü dışsal baskıya görsel manada maruz kalan Türk erkeği eşi tarafından bu yönüyle neredeyse hiç düşünülmeyen bir haldedir.

Kitap yazdığım için temas ettiğim onlarca erkek tabiri caizse “cinsel zavallıdır”. İçsel kıvranma ile karşı karşıyadır. Çaresizdir. Mutsuzdur. İstisnalar kaideyi bozmaz, Türk erkeği sabrını belki de bu manada en çok zorlayan erkek türüdür. Zina ve fuhuşun artmasında evdeki eşin rolü bu bağlamda da çok büyüktür. Kocasına karşı cinsel yönden merhametli ve cüretkâr olan kadın sayısı görünen o ki çok ama çok azdır. Aslında yok gibidir. Zaten tek eşle yaşamak zorunda olması Türk erkeğinin doğal kaderidir. Bu meşru hakkın mağduru olmasına rağmen sesini çıkaramadığı gibi kendi eşinin vahasında da günden güne çorak arazilere, sonunda da ekilemez dikilemez bir hale dönmektedir. Türk kadını ve toplumu maalesef zinaya zımnen ya da aleni bir şekilde imkan tanımaktadır. Yaptığı pisliği pervasızca anlatan insanlar eleştiri ve kınama almadığı gibi bir yönüyle de imrenilecek gibi görülmektedir. Her türlü zamparalığı yapmış, eşi ve tüm çevresi hissetmiş dahi olsa sorun teşkil etmezken, namuslu yaşayıp bir tane daha eş almış olsa dünyanın en zampara ve ahlaksız adamı yaftası yemekten kurtulamayacaktır.

Bu bağlamda bu ülkede en çok konuşulması ve tavsiye edilmesi gereken şey dinsellik değil cinselliktir. Siz ahlaksız bir topluma din anlatamazsınız, anlatsanız da bir mana içermez. Toplumun önce ahlaklı olması bazı değerleri oturtması gerekmektedir. Cinsellik tuzağının kölesi olmuş bir topluma siz ne anlatırsanız anlatın neyi ifade eder ki bu?

Türkiye’de meşru cinsellik büyük oranda tam bir fecaattır. Namuslu erkekler için hayat tam bir travmadır. Cinsellik; halvet, muhabbet, huzur ve rahatlama kavramları ile Kur’an da bile zikredilir. Ancak namuslu bir Türk erkeği için cinsellik erkeğin başına bi nevi bela olduğu gibi mutsuzluk ve stresten başka bir şey içermemektedir…

Türk kadını anne eksenlidir. İki üç çocuktan sonra işi gücü çocukları, komşuları, hemcinsleri, eşyalar ve özel zevkleridir. Erkeğinin istek ve arzuları onun için hiçbir anlam ihtiva etmez. Bu yönüyle Türk kadınının yatacak yeri yoktur. Toplumdaki ahlaksızlığın zımnen suç ortağıdır. Erkeğinin mutsuzluğunun mimarıdır. Erkeklerden kime temas ettiysem, ya eşinin ihmalkâr ve kaba davranışları yüzünden gayrı meşruya kaymışlığını ya da zavallılığını bir kader olarak görüp içine kapanmışlığını görmüşümdür.

Kırk beş ülke gezdim yeryüzünde eşine saygı sevgi duygusallık fedakârlık ve merhamet bakımından Türk erkeğinden daha normalini görmedim. Buna rağmen Türk erkeği karısı tarafından; anlamayan, duygusuz hissiz, iş bilmez ve akletmez yaftalamalarından da kurtulamamıştır. Ne kadar fedakâr olursa olsun Türk erkeği ölmeden, Türk kadını tarafından anlaşılamaz. Türk erkeği bildiğiniz zavallıdır.

Vesselam

Fatih Alim DAŞPINAR

Etiketler: » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » »
819 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.