logo

UYANIŞA DOĞRU…

UYANIŞA DOĞRU…

Mübarek Ramazan-ı Şerifin gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde, bir seri yazı dizisine başlamayı murad ettik. Bunun yanında mana ikliminden esintiler sunabilecek satırlarımızı da inşallah bu seri yayınların arasına serpiştirebilmeyi ümit ediyoruz.

Anadolu’nun mütevazı bir köşesinden dünyanın incisi İstanbul’un güzide bir lisesinde, pırlanta evlatlarla buluşarak meslek hayatımızın ilk adımlarını attığımız günlerde yüreğimizi, bir korku sarsıyordu.

Ya sevgili öğrencilerimizden bir tanesi bu yaraya parmak basarsa? Ya o yarayı kanatır da pansuman tedbirleri alamazsak?

Kasımpaşa’da metruk olmaya aday bir binanın ikinci katında, on civarında öğretmen arkadaşla ikamet etme fırsatı bulduk. İstanbul’da mukim olmak zor şeydi. Yine Allah razı olsun güzel insanların yaptırmış olduğu binanın bir katını dizayn ederek, ranzalarda meslek hayatımızın ilk günlerine merhaba demiştik. Kaldığımız yer harabe gibi bir yer olarak adlandırılabilirdi. Ama biz mesleki şevkimiz ve aşkımızla çok mutlu zamanlar yaşadık o metruk binada.

Bir adım sonrasında da Beyoğlu’nda, henüz Amerika kıtası keşfedilmemişken var olan bir binada, Mekteb-i Sultani’de ya da şimdiki adıyla Galatasaray Lisesi’nde belletmen hüviyetinde ikamet etmeye başlamıştık.

O günlerde karşılaşmak istemediğimiz soruya gelince: “İslam dini çalışmaya teşvik eden bir din diyorsunuz. İslam dini çalışmayı ibadet sayar diyorsunuz. Fakat günümüzde bu gerçeği somut olarak gösteren bir şey var mı? Mesela uçak fabrikası olan bir İslam ülkesinin adını verebilir misiniz veya uçak gemisi olan ya da nükleer santrali olan bir İslam diyarı? Hani İslam ilerlemeyi isteyen bir din idi?”

Böyle bir soruya verebileceğimiz temelde çok cevap vardı ama neden bugün böyleydik? Neden İslam âlemi perişanlığı oynuyordu? Bunlara verebilecek tatminkâr bir cevabımız yoktu! Ta ki Kasımpaşa’da Cami-i Kebir’de huşu içinde eda edilen bir yatsı namazı sonrası hemen yan duvarın önüne sergilenmiş küçük bir kitap dizisi ve bu dizi içerisinde gözümüze ve gönlümüze o kadar hoş gelen, büyük harita metot ebadında bir kitap dikkatimizi çekmişti! “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi” yazarı Şaban DÖĞEN. Bu kitap öğretmenlik hayatımız boyunca bize inanılmaz bir destek sağlayacak, yazarını daima dua ile rahmetle yâd edeceğimiz bir muhteşem eser olacaktı…

Gerçekten bugün, çalışmayı ibadete benzeten, ilim öğrenmeyi ibadet sayan, “İki günü müsavi (eşit) olan ziyandadır” diyen İslam’ın temsili rolünü oynayabilen bir ülke var mıydı? Saydığımız teknolojik gelişmelere sahip.

Peki, bütün bu gerçekleri soru olarak bize yönelten öğrencimize ne cevap verecektik?

Bütün bu ve benzeri sorulara olağanüstü cevaplar veren bir kitap (Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi) ve sevgi ile minnetle rahmetle anılmaya layık yazarı Şaban DÖĞEN. 2009 yılında Kasım ayının 4’ünde Çorum’un Kargı ilçesinde toprağa verilen muhterem zat.

İslam gibi hak bir dine mensup iken, Tanzimat’tan bu yana kimliği unutturulan bir milletin ezilmiş bir ferdi olarak, bugün dünyanın hiçbir ikliminde ağırlığı hissedilmeyen İslam ülkeleri göz önüne alındığında, bu dinin ilerlemeyi, çalışmayı emrettiğini hangi sözlerle ispatlayabilirdik ki!

Ama bir de baktık; bu dünyada modern bilim adıyla anılan her bir branşın ve önemsenen şahsiyetlerinin öncesinde muhteşem İslam âlimlerinin imzaları olduğunu gerçeğini hayret ve mutlulukla gördük.

Bir gün öğrencilerime Newton Kanunu diye bir tabir duyarsanız bunun yanlış olduğunu, Newton’dan asırlar evvel yaşamış olan Beyruni isimli Müslüman bilginin yer çekimini dünyaya ilk öğreten âlimlerden biri olduğunu anlatmıştım.

Beyruni, 4 Eylül 973 tarihinde Harezm’de dünyaya geldi. Asıl adı Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Biruni’dir. Fars kökenli İslam bilginidir.

Bir sınıfta şöyle bir olay yaşanmış: Bayan Fizik öğretmeni tahtaya “Newton kanunu = …” diye satırlarını yazarken, arka sıralardan bir öğrenci ukala bir sesle hocasına seslenmiş: “Hocam yanlış yazdınız. Onun doğrusu Newton Kanunu değil, Beyruni Kanunu olacaktı!” der. Meslektaşımız sebebini öğrendiğinde bize gelerek, hocam bu durum nedir? Diye sormuştu.

Kendisine bu muhteşem kitabı verirken kitabın ön sayfasında bulunan: Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi’nin “Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Tebliğler Dergisinin 17 Aralık 1984 tarihli 2178 sayılı nüshasında lise ve dengi okullara tavsiyesi uygun görülmüştür” yazısını göstererek özellikle vurgulamıştım.

Bir hafta kadar sonra Fizik hocası kitabı bize getirdiğinde: “Hocam 5 yıl üniversite okudum, 5 yıl da öğretmenlik hayatım var. Ama ben Beyruni diye bir isim duymamıştım” diyerek üzüntüsünü dile getirmişti.

Evet, Muhterem Hasbahçe okurları.

Bize kendimizi, tarihimizi, dinimizi öğretmediler, öğrenmemize de fırsat vermediler. Tanzimat’tan bu yana körü körüne, derinliği olmayan, taklit modunda batı hayranlığını empoze ederek, kendimize olan güvenimizi sarstılar. Kuvvetli bir boksörün karşısında, grogi (Boksta rakibinin yumruklarıyla çok sarsılmış ancak hâlâ ayakta durabilen boksör) duruma düşen rakibi gibi; Biz kimiz? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Sorularını sorup cevabını verebilecek bilince kavuşturmadılar yıllarca.

Geçmişte Ramazan aylarını geçirdiğim Hollanda’nın bir kasabasında kalmış olduğum mekânın ahşap doğramaları dikkatimi çekmişti. Yirmi yıllık bir bina olmasına rağmen ahşap doğramalarında en küçük bir çürüme bir deformasyon yoktu. Sebebini sorduğumda o mekânda görev yapan Sevgili Murat Bey hocamız bizi hayli şaşırtan bir cevap vermişti: “Hocam bu ülkede ahşap işçiliği teknoloji ile iç içedir. Ahşap önce fırınlanır sonra özel bir madde uygulanır. Artık o ahşap yıllara meydan okur; çürümez, çivi çakılamaz hatta ateşte bile yanmaz.”

Hayret içinde: “Peki biz bunu Türkiye olarak neden başaramıyoruz?” diye masum bir soru sormuştum.

Sevgili dostumuzun verdiği cevap, oldukça manidardı: “Hocam bizim Türkiye olarak çok daha önemli işlerimiz var! Laiklik-Anti laiklik, Alevilik-Sünnilik, Kürtlük-Türklük, Sağcılık-Solculuk, İrtica, Başörtüsü vs. vs.”

Aman Allah’ım! Sahi bizim ne kadar da önemli (!) sorunlarımız vardı.

Arif Nihat Asya hal-i pür melalimizi ne de güzel özetliyordu:

“Bize bir nazar oldu. Cuma’mız Pazar oldu.
Ne olduysa hep bize, azar azar oldu.”

Ama şimdi uyanan bir Türkiye var. Uyanan bir Türk gençliği var. Gençliğimiz necip ecdadını tanıdıkça, inancını yaşadıkça, tarihteki muhteşem mazisini öğrenecek ve o maziyi bugün dahi yaşatmak üzere ona layık bir birey olacaktır.

Fakat düşmanlarımız, içimizdeki hainler boş durmuyor. Bir Yahudi medya patronu: “Biz Türkiye’de 200 yıl daha atalarına küfür etmeye aday bir nesil yetiştirdik” diyebiliyor.

Bizler de anne baba olarak, öğretmenler olarak neslimize gerçeği haykıracağız. İnancımızı, dilimizi tarihimizi ve örfümüzü öğreteceğiz.

Allah düşmanlarımıza, hainlere fırsat vermesin!

Selam ve dua ile.

Yaşar YAVUZ

939 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.