logo

ZAMANA DİZGİN VURMAK

ZAMANA DİZGİN VURMAK

“Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi… Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi…”-Ahmet Haşim/Müslüman Saati

“…Takvimlerin dîni, îmânı, vicdânı var. Meselâ sene 857 deyince İslâm’ın İstanbul’a girdiğini hissediyoruz, bu rakamda anlı şanlı bir tınnet var. 1453 deyince bilâkis Bizans’ın Türklere mağlup oluşu idrâk olunuyor. Bu rakamda bilâkis bir can çekişme, bir ufûnet, bir günlük kokusu var. Bu rakamların biri Müslüman, biri değil!”-Yahya Kemal/İstanbul Surlarında

“Akça israfı haramdır, zaman ise akçadan bahadır (daha değerlidir).”-İsmail Gaspıralı/Eğitim Yazıları

Bizlere kendisini “modern” diye tanıtan bu çağda, maalesef “zaman” denen kaybolmaz, eksilmez, şaşmaz, gem vurulmaz gerçek olguyu unuttuk. Günümüzde Batı Medeniyetinin, teknolojiyi yedeğine alarak bizi sürüklediği hızın ve malayaninin peşinde zamandan -haşa- müstağni olduğumuzu yahut zamanın üstünde seyir ettiğimizi sanıyoruz. Daha doğrusu bu muazzam hız çağında böyle “zaman üstü” olduğumuzu düşünüyoruz!

Oysa bu bir yanılsama, bir illüzyondur! Ne zamandan müstağniyiz ne de çağın sahip olduğu hız insanoğlunu zamanın üstüne çıkarabilir. Bu, kendimizi toplumca kaptırdığımız, kandırdığımız ve içinde kaybolduğumuz bir “zann”dan, bir sanrıdan, hatta bir histeri halinden başka bir şey değildir. Zira insan ölümlü, aciz ve zavallı bir mahlûktur. Kaçtığını, zamandan sıyrılmayı başardığını “zann” etse de, yaşantısını malayaniye, oyun ve eğlenceye boğarak ömrünü tüketmektedir.

Eskiden insanlar günahın, oyun ve eğlencenin cazibesine kapılıp zamanlarını boşa harcarlardı. Ama ömrün belli bir yerinde bunlardan kurtulmanın bir imkânı, tövbe etmenin bir yolu bulunurdu. Etrafımızda anlatıla gelen böyle çok hikâye vardır. Günümüzde işin rengi değişti; insanoğlunun başındaki, hatta elinin altındaki en büyük tehdit dipsiz bir kuyuyu andıran sanal âlem. Artık insanlığın cazibe merkezi bu ve herkesin erişeceği yerde akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar…

Malayaninin yanında günlük işlerimizin rutinine kendimizi kaptırarak; işti, aştı, alış-verişti, evdi, çocuktu (aşırılıkları kast ediyorum) derken bir bakmışsın dijital ortamlarda zaman eriyip gidivermiş:

İşten arta kalan zamanda beylerin dinlenme şekli; ellerinde ya telefon ya TV kumandası.

Hanımların günlük ve ev koşturmacalarından doğan yorgunlukları, sadece keyifle izledikleri dizilerle geçebiliyor.

Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkesin elinde cep telefonu yahut tablet var ki, herkes halinden memnun, herkes sanal âlemin içinde yaşıyor! Bilgisayarlar ise evlerimizin vazgeçilmezi… Dolmuşta, otobüste, vapurda, metroda görüyoruz ki, insanlar büyüklü küçüklü ellerinden akıllı telefonlarını bir an olsun bırakmak istemiyorlar. Hatta anneler, bebelerin eline bile birer akıllı telefon yahut tablet sıkıştırarak dışarda zafer kazanmış edasıyla dolaşıyorlar. “Zaman israfı”nı konu alan bir makalede belki başka şeyler de söylenebilirdi, ancak görünen o ki toplum olarak sanal âlemde kaybolmuşuz ve bir felakete doğru hızla sürükleniyoruz.

Eldeki bu teknolojik imkânlar, ne yazık ki insanı olumlu manada geliştirecek şekilde kullanılmak yerine, kendilerinin de ifade ettiği gibi sadece bir “zaman öldürme” aracı olarak kullanılmaktadır. Demek ki, millet olarak farkına varmadan “zaman öldürmek” gibi bir kavram da geliştirmişiz. “Malayani peşinde bu boş koşuşturmacanın amacı nedir?” diye sorsak bireysel yahut maşeri şuur olarak bu sorunun mantıklı bir cevabı var mıdır? Zamanı boşa geçirmenin, “zamanı öldürmenin” gerçekten makul bir tarafı olabilir mi? En hafif anlamıyla bu tür bir yaşam tarzı ömürden gün eksiltmek/gün çalmak anlamına gelir ki, bu tutum başlı başına hayatı ıskalamak demektir!

“Bizler bugün sözün düştüğü yerde Malayani Çağı’nı idrak ediyoruz, adına ekseriya İnternet Çağı dedikleri. Kend’oluş maceramızın seyrini ve niteliğini derinden belirliyor yaşadığımız çağın ahvali. “Kendimizi ilgilendirmeyen” konuşma ve işlere batmışız boylu boyunca. Onlarda kaybetmişiz kendimizi/zamanımızı, esir almış malayani kültürü bizi. İnsanları tanımak için onların zamanı nasıl kullandıklarına, keza kendilerine/ruhlarına/şahsiyetlerine zaman ayırıp ayırmadıklarına bakmak gerekir.” (Kendi İçine Düşmek, Özkan Gözel, sh.59)

Heidegger, insanın yaşarken kendini işe, oyuna ve eğlenceye kaptırıp ömrünü heba etmesini “düşkünlük” olarak nitelendirir ve bunu “basit” bir yaşam biçimi olarak görüp “ölüm korkusuna” bağlar. Ölümü sürekli ensesinde hisseden (ölüme doğru insan) insanoğlu, ölüm korkusundan doğan bu “kaygısını” unutabilmek için işte böyle kendisini oyuna, eğlenceye, malayaniye kaptırarak “düşkünleşir”. (Egzistansiyalist Bir Ölümle Ölmek, Özkan Gözel, Kutadgubilig Dergisi 2016, sayı 20) Allah’ın kendisine bahşettiği ömrü malayaniye kurban eden insanımızın da, faydalı işler/ameller yapmak yerine, günlerini boş şeyler peşinde geçirmesinin, -çağın dayatmaları yanında- bir sebebi de budur belki de.

Oysa Müslümanın zaman algısı Allah’ın Kitabında ve Hz. Peygamberin örnekliğinde belirlenmiş ve kayda bağlanmıştır. Kendisine sunulan hayatı, günahla, oyunla, eğlenceyle değil, iman ve kulluk bilinciyle yaşaması gerektiği insanoğluna bildirilmiştir. “Zamana (asra) yemin eden” (Asr Suresi 1) Allahu Teâla, zamanın önemini şu ayetlerle insanoğluna bildirir:

“O, geceyle gündüzü, ayla güneşi hizmetinize verdi; yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Bunda aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır.” (Nahl 12)

“Biz geceyi ve gündüzü birer nişan olarak yarattık. Nitekim Rabbinizin nimetlerini arayasınız, ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gecenin nişanını siler, aydınlatıcı olarak gündüzün nişanını getiririz.” (İsra 12)

Bu kadarıyla kalmaz, bizlere hayatımızı kolaylaştıracak şekilde “zamanı kendinden ayarlanmış” ibadetleri farz kılar. Namaz, oruç, zekât, hac, kurban, fitre gibi ibadetler hep “belli zamana bağlanmış” ibadetlerdir; tabiri caizse bir yılı planlamak gibi bir “hikmete” mebnidir. “Allahu Teâla bu şekilde amellerimizi tanzim edip belirlenen vakitlerde yapmamız yoluyla bizleri eğitmekte, terbiye etmektedir… Müslüman hayatını yaşarken vakit hususunda çok dikkatli olmalıdır. Her işini uygun ve münasip vakitte yapması gerekir. Vakit bir zaman ölçüsü olup Allahu Teâla’nın insana verdiği en büyük nimetlerden biridir.” (Zamanın Kıymeti, A.Fettah Ebu Gudde, sh.12-14)

“Namaz müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” (Nisa 103)

Ebu Gudde’nin de söylediği gibi, vakitli ibadetlerin bir amacı da Müslümanları zamanı kullanma hususunda terbiye edip eğitmesidir. Bunda en etkili ibadet ise, ikamesi günde beş kez farz olan namazdır. Müslümanın yaşam tarzı buna göre olmalıdır, Ahmet Haşim’in o güzel tabiriyle “Müslüman Saati”, kaybettiğimiz bu “kudsî saate” göre ayarlanmalıdır.

“Yabancı saati (Saat”den kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır) alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyle simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mes’ut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vak’alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.” (Müslüman Saati, Ahmet Haşim, Gurebahane-i Laklakan)

Ahmet Haşim, iki saatin/iki zamanın kıyaslamasını da şöyle yapar: “Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler.” (Ahmet Haşim, A.g.m.)

“Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst etti…” diyen Haşim, yüz yıl sonra gece eğlencelerinin yanı sıra, sanal âleme mahkumiyetimizi, adeta gönüllü dijital köleler haline geldiğimizi, toplumsal bir histeriyle bu uğurda gece uykularımıza veda ettiğimizi görse ne derdi, nasıl bir dil kullanırdı diye düşünmeden edemiyor insan.

Bu teknoloji çağında, insanoğlunun kendine biçilen ömür içinde “zamanı boşa geçirmenin”, “zamanı öldürmenin” çoklu araçlarına ve çoklu boyutlarına sahip olduğunu müşahede ediyoruz. Yine adı eğlence ile başat anılan bir çağda, sanki hayatın gerçek ve tek amacı “oyun ve eğlenceymiş” gibi, bütün insanlığın dikkatini ve zamanını -kendi iradesiyle- elindeki/önündeki ekrana vererek adeta kilitlenmesi/büyülenmesi, özgürlüğünü önemseyen her insanın mücadele etmesi gereken acil bir durumdur! Bu “sanal zaman” işgalini hafife almamak lazım! Küresel güçlerin sanal illüzyonu karşısındaki bu büyülenişimiz, Firavun karşısında sihirbazlarının büyülenişine benziyor! Küresel efendilerin sanal sihirlerine güvenerek, “metaverse”de bütün insanlığı muhatap alıp tıpkı Firavun gibi “biz sizin en büyük rabbiniziz!” diyeceği günler yakındır!.. Kendi zamanlarımıza sahip çıkarak, vakte hükmetme anlamında ibnn’ul vakt olmak iddiasıyla, sanal işgallere direnecek bir “asayı Musa” bulmak zamanıdır.

Teknolojiye ve hıza esir olduysa insanlık, “dünya egemenleri” denilen sahte tanrılar, insanoğlunu “metaverse” teknolojisiyle hepten uyutmaya and içmişlerse, hızla dijital köleler haline geldiğimizi acı bir şekilde fark ediyorsak; bunlarla mücadelenin bir yolunu da bulmalı, kendimize ve insanlığa ait olana sahip çıkmalıyız. Özgür olduğumuzu göstermeli ve zamanımızı bu şeytanlardan geri almalıyız.

Kafa patlatmamız gereken asıl sorun “zamanı nasıl daha iyi/daha verimli kullanmamız” gerektiği değil, bu “malayani çağında” maruz kaldığımız “bu dijital kölelikten/bu sanal girdaptan” nasıl kurtulacağımızdır!

Bizler zamanı boşa harcayıp dururken “zamanın sahibi” olan Allah, bize bahşettiği ömrün hesabını soracağını bize açıkça bildiriyor:

“Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.” (Fatır 37)

Allah Resulü (a.s)  “ömürlerini zayi eden, nefislerini bu uğurda çürüten” insanlara şöyle hitap ediyor: “Allah Teala, kendisine altmış yıl ömür verip ölümünü geri bıraktığı kimsenin (iman edip salih amelde bulunmaması hususunda) hiçbir özrünü kabul etmez.” (Müsned, c.II/417)

Zamanı ele geçirememenin, zamana hükmedememenin, zamanı boşa geçirmenin derin trajedisini yaşayan şairin, bizlere ibret olacak mahzun mısralarıyla sözlerimize son verelim:

“Su-i zan ile geçen nice eyyam işte tükendi
Talihimin savurduğu en karanlık yerdeyim
Elde hükmüm dilde cürmüm nice İklimleri aştım
Dara çekilmek mi bilmem kefareti ömrümün
İbnu’l vakt olmak varken hayfa ki çok geç şimdi
Mahşere kaldı hesaplar, sıramı beklemedeyim…”

Necdet MEŞE

Kaynak: Genç Öncüler Dergisi Mayıs 2023 Sayısı

Etiketler: » » » » » » » » » » » » » » » » » »
890 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.