logo

ALLAH SENİ, SULTAN SELİM’E VEZİR EYLESİN

ALLAH SENİ, SULTAN SELİM’E VEZİR EYLESİN

Merhaba sevgili Hasbahçe Gazetesi okurları!

Bu haftaki yazımızın başlığını görünce sakın bunun bir iyi niyet, başarıya bir davetiye anlamı taşıdığını düşünmeyesiniz. Şaşıracaksınız ama bu cümle kendisine öfke duyulan insanlara söylenen bir beddua niteliğindedir.

Vezir; Osmanlı İmparatorluğu’nda padişah adına devletin yönetimini gerçekleştiren en büyük unvan sahibi kişidir.

Aslında vezir olmak deyince sevilmesi gereken bir unvan akla geliyor. Devletin iki numaralı muktedir insanı. Gücü devlet sınırlarına hâkim bir iktidar. Böyle bir unvana kim sahip olmak istemez ki!

Fakat bu unvan eğer Yavuz Sultan Selim’in adı ile anılan bir unvansa, işte orada bulunmak ateşten gömlek giymek demektir. Çünkü Yavuz halkına son derece şefkatli ve merhametli, fakat devlet işlerinde son derece celalli bir padişahtı.

Eğitim seviyesi yüksek, Fars dilinde şiirler yazabilen, cengâver derecesinde savaşçı, okuma sevdalısı, ilim adamlarına son derece değer veren, halkına karşı da son derece müşfik ve bütün Osmanlı Sultanlarının temel gayesi olan İslam’a hizmet anlayışıyla da çok özel bir yere sahipti.

Yazımıza başlık olarak kullandığımız bu cümle; devlet işlerinde son derece ciddi, hata yapan devlet adamlarına karşı asla tahammülü olmayan, şer hususlarda adeta Hz Ömer (r.a.) benzeri bir celallik sergileyen, Yavuz’un hışmından kurtuluşun imkânsızlığını anlatan bir sözdü. Sonuç olarak bu söz, kızdığınız bir insana beddua niteliği taşımaktaydı.

Bu sıra dışı Sultan’ın imanî yönü ise o denli güçlü idi ki; kendisine mana âleminin sihirli müjdeleri sunulmaktaydı.

İşte sırtını keselediği o gizemli ihtiyarın belki zamanın kutbu veya Hızır’ı olduğunu mana gözüyle görebilmesi, aldığı müjdelerden Hakk katında ne denli makbul bir kul olduğunun da göstergesiydi.

İkinci müjdeye gelince…

Gizemli ihtiyar bakınız Yavuz’a nelerden bahsetmişti:

“Sana verebileceğim müjdelerin ikincisine gelince; Kahire’ye vasıl olduğunda sana İslâm Tarihi’nin mukaddes emanetleri teslim edilecek. Bunlar arasında iki tanesi sana müjde ihtiva etmektedir. Onların biri, eski bir Mısır tabletidir. Onun üzerinde, senin Mısır’a girerek İslâm Hilâfeti’ni devralacağın yazmaktadır. Bunun için ordunla muzafferen Kahire’ye gireceksin! Onu al, İstanbul’a götür. Diğer emanetlerle birlikte muhafaza altına al. Sana takdim edilecek olan mukaddes emanetlerden biri de Dâvud (a.s.)’a ait bir kılıçtır. Dikkat et, bir metre uzunluğunda olan bu kılıcın kabzasında, bir elinde kılıç, diğer elinde kesilmiş bir kafa tutan bir insan resmi vardır. O resimde temsil edilen sensin. Müstesna bir madenden yapılmış olan bu kılıcın kabzasına yakın bir kısmında bakırdan bir plâket vardır. Bunun üzerindeki Arapça ibâreyi okuduğun zaman göreceksin ki, senin Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olmak üzere, Mısır’a sefer edip muzaffer olacağın orada açıkça yazılıdır. Bu kılıç, Hazreti Peygamberin kendisine dâvet mektubu gönderdiği Mısır Melîki Mukavkıs’ın hazinesinden intikal etmiştir. Dâvud (a.s.), rakîbi olan Amâlika kavminin kumandanı Câlut’un başını bu kılıçla kesmiştir. Evet, üzerindeki tam otuz üç satırlık kitabede başka sırlar da görüp öğreneceksin” dedi.

Sultan Selim Han, bu umulmadık karşılaşmanın heyecanı ve ihtiyarın söyledikleri karşısında şaşkına dönmüştü. Asıl kıyafet değiştirerek sokağa çıkış sebebi hakkında bir izahat istemeyi neredeyse unutuyordu. Lâkin ihtiyar beklenmedik bir sûrette:

“Senin bir başka müşkülün daha var, onu unuttun gâliba!” deyince, Sultan Selim irkilerek kendine geldi. Tam Muhyiddîn-i Arabî ile ilgili olarak zihnine takılan suâli sormak üzereydi ki ihtiyar:

“Sen yorulma evlâdım! Ben sana beklediğin cevabı vereyim. Şimdi buradan çıkıp makamına gidesin. Sultan Selim hüviyetiyle bu hamamın yıkılmasını emredesin. Hamam yıkılınca, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin kabri, kitabesiyle ortaya çıkacaktır. Hem de nerede biliyor musun? Bu hamam külhanının (*) olduğu noktada. Zalimler, onun kabri üzerine bu hamamı yapmışlar. Tam kabrin üzerine de hamamın külhanını inşa etmişler. İşte senin bu müşkülünü de hallettim, artık işim bitti” der.

Bu ayrılma isteği ifade eden söz karşısında, Sultan Selim Han daha fazla heyecanlanarak:

“Aman efendim, kerem buyurunuz. Bana son bir tebşiratta (müjde) bulunmaz mısınız?” dedi. Fakat bunu ne hususta talep ettiği anlaşılamadı. Zira ihtiyar, onun sözünü keserek:

“İnsaf edin Sultanım, biz her müşkül ânınızda sizin yanınızdayız ve size tebşiratta bulunmaktayız” dedi.

Sultan Selim’in kalbi heyecanla doldu. Bu sırlarla dolu ihtiyarın hürmetle ellerini öpmeye başladı. Lâkin Sultan, gözlerinden yaş boşaldığı için etrafı bulanık görüyordu. Bir saniye içinde kendi ellerini öpmekte olduğunu fark etti. Zira ihtiyar, bir ruh gibi uçup gitmişti. Acaba bir rüya mı, yoksa hayal mi gördüm diye düşündü. Yolda, ihtiyarın bahsettiği, kendine verilen müjdeyi hatırlayıp onu gözünün önünde canlandırdı.

Sultan Selim Han, hamamda karşılaştığı bu mübarek şahsın, böyle ani bir şekilde gözden kaybolması üzerine onun Hızır (a.s.) olduğunu anlamakta gecikmedi. Derhal üstünü giyinerek hamamdan çıktı ve “Kasru’l-Ablak”taki makamına geçip oturur oturmaz, bu hamamın yıkılmasını emretti. Yıkıma bizzat nezaret etti. Külhanın altında Muhyiddîn-i Arabî’nin kitabesiyle birlikte mezarı ortaya çıktı. Kısa zamanda oraya bir türbe yapılmasını emretti. Böylece Şam’da işi bitmiş oluyordu. Artık Mısır’ın fethi için yola revan olabilirdi.

“Ey gaziler! Yol göründü!” diye başlayan marşı söyleyerek ordu, Mısır üzerine harekete geçti.

Mısır’a ulaşması stratejik bir zaruretti. Bunun içinse korkunç Sina Çölü’nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zayiat vermeden, herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden on üç günde başardı. Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardı. Birinci Cihan Harbi’nde, yeni tekniklerin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak on bir günde geçilebilmiş olduğu düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti, hâdisenin manevi yönü ve ilâhî yardımın rolü daha iyi anlaşılır.

Yavuz ve on binlerce askeri, dedesi Fatih zamanında yapılmış olan “Şahi” adıyla bilinen düz namlu toplar yerine, yivli toplarıyla Sina Çölü’nü Allah’ın izniyle geçecekti.

Bu arada tarih kitaplarımızda: “Tarihte ilk defa yivli toplar Almanlar tarafında icat edildi” denilerek şanlı ecdadımızın kemikleri sızlatılmaktadır. 

Bu olağanüstü zor yolculuğun nasıl gerçekleştiğini inşallah önümüzdeki hafta dillendirmeye çalışalım.

Hayırlı cumalar.

Selam ve dua ile.

Yaşar YAVUZ

(*) Külhan; hamamların altında bulunan, Külhancı tarafından hamamı ısıtmak için büyük bir kazanın yakıldığı, küllerin biriktirildiği yerdir.

Etiketler: » » »
690 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.