logo

Derin İzler Bırakan Adam: Adem CANTÜRK

Derin İzler Bırakan Adam: Adem CANTÜRK

Derin İzler Bırakan Adam: Adem CANTÜRK

Köfteci Mehmet dayının mekânı, merkez caminin altındaki Sohbet Çayevi ve Kevser Çay Ocağı olmadan önce aykırı imam hatip gençliğinin bir nevi toplanma yeriydi. Okuldan kaçan, kitabını, defterini, ceketini ve kravatını bırakan soluğu Mehmet dayının mekânında alıyordu.

Mehmet dayı yazın mısır satar, kışın hem kırtasiye hem büfe olan imam hatip binasının hemen bitişiğindeki mekânda yıllarca mücadele veren mümtaz bir şahsiyetti.

1984-85 eğitim öğretim yılında Ordu’dan rahmetli ağabeyimin okutmak için getirdiği ve imam hatibe yazdırdığı yıllarda, iki Cantürk ile tanışmıştım. Birde uzun yıllar yaşıtım ve arkadaşım olan Cengiz Cantürk ile de ilerleyen yıllarda yolum kesişecekti.

İlk yıllarıma damga vuran iki Cantürk’ün biri Ahmet Cantürk diğeri Adem Cantürktü. Ahmet Cantürk’ü daha okula kaydolduktan birkaç gün sonra tanımıştım. Etrafında toplanan kalabalığı görmüş aval aval bakarken, beni sempatik bulmuş olacak ki gel bakalım seninle de tanışalım ismin ne senin diyerek sıcak bir girişle beni ihata etmişti bile.

Birkaç gün sonra tam giderken beni ismimle çağırması dikkatimi çekmiş her geçen gün sempatimi kazanmıştı. Sürekli olarak okulun hemen çıkışında alt sınıftaki gençlerle ilgilenir onları sevecen ve sıcak tavırlarla irşad etmeye çalışırdı.

Sonraları kendisinin de bağlı olduğu Müslüman Genç cemaatine evrilmemiz, Yalova Yuvacık Yaz Kampları, Bursa ara tatil kampları… Doğruyu söylemeliyim ki tadı damağımda kalmış özel günlerdi. Samimiyet, ihlas ve küçük bedenlerimize yüklenen devrim marşları bizi daha o yıllarda muhteşem devrimciler haline dönüştürmüştü bile. Bir türlü bu yaşa kadar o devrimi yapacak mecra bulamasak da olsun Beyazıt meydanlarında yediğimiz copların devrim tadında olduğunu yutkunup durduk.

Sonra uzun yıllar Ahmet Cantürk’ün izini kaybetsem de maziden gelen bu güzel ama müphem ilgilenme biçimleri aslında hayatımızın miheng taşlarıydı. İçi boş devrimcilik ve tahta tüfek mücahitlikleri olmasaydı her şey fevkalade lezzetliydi aslında.3

Rahmetli Hasan Demirel’le Bursa’da tuttuğum gece nöbetleri, onun uyurken ayağını ranzaya bağlamam ve ani bir şekilde kalk Hasan devrim oluyor diye bağırıp onun sarhoş bir şekilde sıçramasını sağlamak büyük keyifli işlerdi.

Osman Karaca ile sabahın köründe Yuvacık Yaz Kampında yaptığımız antrenmanlar, Yusuf Karaca’yla çadırdan reçel ekmek çalıp ormanın derinliklerinde atıştırmamız ve Yusuf’un beni ispiyonlaması sonucu falakaya yatırılmam, sabahın erken saatlerinde battaniye üzerinde derenin kenarına taşınıp yavaş yavaş ıslanarak birden sıçramam ve herkesin kahkahaya boğulması, jandarma baskınlarında uzun süre ormanda kalmamız gerçek bir devrim kadar keyifliydi. Keşke o yaşlarda sadece şahsiyet eğitimi alıp büyük lafların içinde yok edilmeseydik. Her şey çok Lezzetliydi ama sahici değildi. Devrimler çocuklara göre değildi ki…!!!

Yıllardan 1987 ya da 88 di. Uzun sakalı ve yeşil parkasıyla dayımın büfesinde açık çay ve kaşarlı tost yerken gördüğüm Adem Cantürk’e; abi nerelerdesin epeydir görmüyorum seni, sakal bırakmışsın nasılsın iyi misin diye sormadan edememiştim. Güler yüzüyle beni karşılamış, şefkatli bir davetle masasına almış dayımın büfesinden bana da yediklerinden ikram etmişti.

Körpecik bir çocuktum, geçimsiz ve sevgisiz bir yengenin yanında olmak ruhumu daralttıkça daraltıyor en ufak bir şefkat pınarını gördüğümde içtikçe içesim geliyordu. Annesiz büyümenin ne olduğunu annesi yanındaki insanların, şefkat ve merhametten uzak tutulan bir çocuğun iç dünyasında nasıl bir fırtınalar olduğunu yaşamayanlar asla anlayamaz…

Bu yönüyle kendi içsel açlığıma bağlı olarak olsa gerek Adem Cantürk’te sempatik, ağır başlı sıcak ve içten bir insan olarak hep zihnimde yer etmiştir. Doğrusu samimi insana özlem duyduğum açlıktan olsa gerek buna benzer insanlara karşı oldukça cömerttim.

Özetle Adem Cantürk çocukluğumun ergenliğe döndüğü dönemlerde sempati duyduğum,

İslami kimliği ağır basan, imam hatip neslinin nasıl olması gerektiğini erken yaşlarda biz arkadan gelen kardeşlerine fazlasıyla hissettiren Efsane 7/A ve 7/B maçlarıyla bizi yüksek duvarlı tribünlere bağlayan hayatıma katkı sağlayan şahsiyetlerden biridir. Adem Cantürk, at arabasına binip sahaya inen arkadaşlarından farklı olarak, vakarlı ve ağırbaşlı bir tavır içerisinde olmaya özen gösteren, maç oynarken dahi olgunluğunu dikkat çektirecek kadar öne çıkartan bir şahsiyetti. İnsan duruşu ile bir tavır ortaya koyar, karşısındaki insana derin izler bırakır.

Sonradan öğrendim ki, Adem Cantürk Afgan cihadına katılmış, dilimizden hiç düşürmediğimiz Afgan marşlarının ve idolümüz olan rahmetli Şehid Tekiner Tayfur’un izinden yürümek için, yollara düşmüştü. Yirmili yaşlarda oturmamış duygularla yola çıkmış, cihadı gıtal ve fiili savaş zemininde algılamış saf temiz bir insandı. Ne tuhaftır ki seksenli yıllarda o Afgan cihadına gitmiş Rusların Hava Kuvvetleri Komutanı Cevher Dudayev’in bombaladığı Afganlıların yanında bulunmuş bense, doksanlı yılların ortalarında Ruslara karşı mücadele verdiği düşünülen Cevher Paşanın arkasında saf tutmak için yollara düşmüştüm. Kim kime karşı niçin savaşıyordu bunu yirmili yaşların başında anlamak neredeyse imkânsızdı.

Bir defasında Adem Cantürk rahmetli Hasan Demirel ve sınıftaki birkaç arkadaşımızla bizi iftara çağırmıştı. İftar saati gelmiş, yer sofrasında zeytin ve sadece Taşçıoğlu’ndan alınmış bol miktarda sıcak pide vardı. Biz iftarımızı açmaya başlamış yemek gelecek diye beklerken bir taraftan da aç karnımızı sıcak pide ve lezzeti şimdilerde bile damağımda olan zeytinle doyurmuştuk. Hepimiz bu tek tip iftardan muazzam derecede memnun kalmıştık. Sonra bize Afgan dağlarını ve oradaki şartların ne kadar ağır olduğunu anlatmış şükretmemiz gereken çok şeyin olduğunu fazlasıyla hissettirmişti.

Düzensiz sevgisiz ve kontrolsüz bir hayatın içinde ihl sıralarını paylaşırken lise birinci sınıfta devamsızlıktan sınıfta kalmıştım. Hiç unutmam benimle aynı devamsızlığı yapan Eyüp diye bir arkadaşım sınıfta kalmamış ben ise karnenin tam ortasına yazılan koca bir yazıyla; “devamsızlıktan sınıfta kaldı” yazısıyla sınıfta kaldığımı öğrenmiştim. Bu dönemlerde meslek dersi hocalarının diğer hocalara nazaran ne kadar acımasız olduklarını görüyorduk. Birde radikal bir cemaatin sohbetlerine iştirak etmemiz mimlenmek ve her türlü acımasız muameleye maruz kalmak için yeterliydi. Karnemin ortasına o hiç unutamadığım yazıyı yazan Mustafa Temel Arslan’a karneyi aldığım gün ürkek ama öfkeli ifadelerle sormuştum; hocam ben devamsızlıktan kaldım ama Eyüp geçti onu neden geçirdiniz demiştim, cevaben hiç unutmadığım şu veciz sözleri söylemişti; onun babası geldi senin de baban gelseydi. Ama hocam benim babam yok ki demiştim. Ne desem de o günü akşama kadar ağlayarak geçirdim. Sonra karneyi yırtım attım ve abime nasıl söyleyeceğimin planlarını yapmaya başladım. Bir çocuk için çok zor bir durumda. Bir yıl boyu okula gel 1,5 gün fazla devamsızlık yaptığın için sınıfta kal. İhl olması hasebiyle meslek derslerine gelen hocalardan da doğal olarak bir koruma bekliyorduk. Ancak bu hocalar o dönemlerde morfin yutmuşçasına sistemin ihl’lere karşı acımasız tutumlarına hizmet ediyor hiç acımadan onlarca genci mezun edemeden okuldan uzaklaştırıyorlardı.

O yıl abim beni tamirciye vermişti. Okullar açılmış arkadaşlarım okula gidiyor bense aynı yollardan tamirciye gidiyor yağ pas içinde akşama kadar ustaya anahtar yetiştirmekle temizlik yapmakla uğraşıyordum. Böylece tam yirmi bir gün işe gittim. Hayatım altüst olmuş, okul sıraları arkadaşlarım ve o kıymeti bilinmedik sıralar gözümde tütüyordu.

Bir gün işe gitmeden önce Kevser Çay Ocağına uğradım. Birde baktım ki Adem Cantürk orada çay içiyordu. Selam verdim yanına oturdum. Hoş beşten sonra okulumun nasıl gittiğini falan sordu. Bende devamsızlıktan sınıfta kaldığım için abim beni tamirciye verdi okulu bıraktım dedim. Adem Cantürk öyle bir kükredi ki nasıl okula gitmezsin, kalsan da sınıfta okuyacaksın. Okulu bırakamazsın yürü doğru okula gidiyoruz diyerek elimden tutup beni okula götürmüştü. Nasıl bir duygu içinde olduğumu anlatamam. Uçuyordum, yuvama geri dönecektim. Haylaz bir çocuktum ama çocuktum işte, bildiğiniz çocuk…

Okula geldik ve bizim sınıfa bakan dönemin müdür yardımcısı Yusuf Genç’in odasına girdik. Hocam bu genç okuyacak bunun velisi benim, ne gerekiyorsa lütfen yapalım diye oldukça kararlı bir tavır içinde olmuştu. Benim ismim ne kalan sınıfta ne geçen sınıfta hiçbir yerde görünmüyordu. Yusuf hocada sevecen ve babacan bir insandı. Beni de severdi doğrusu. Tamam oğlum sınıfın şurası yarın gel başla dedi ve ben tekrar ertesi gün okula başladım. 10-15 gün falan evden işe gidiyor gibi çıkıyor, Kevser’de üstümü değiştirerek okula gidiyordum. Ve ben özgürlüğüme kavuşmuştum, okula gidiyordum aman Allah’ım ne kadar da mutlu olmuştum.

Adem Cantürk her defasına beni arayıp buluyor cebime harçlık koyuyor, benim takibimi yapıyordu. O kadar mutluydum ki beni sevgi ile takip eden bir insanın varlığını hissetmek bile ayrı bir duygu veriyordu doğrusu. Çünkü ben gerçekten sokakların emzirdiği çocuktum. Annem vardı sevgisinden uzaktım, babam vardı korumasından uzaktım. Altı tane ablam vardı hiçbirinin şefkat elini uzattığını görmemiştim. İçimde farkında olmadan iki çocuk büyümüştü. Büyük çoğunluğa öfkeli ama seçilmişlere sevgi dolu bir çocuk.

Ve hayat eğitiyor insanı.
Yanınızda kim olursa olsun
Allah; “her nefere bir sefer” tayin ediyor.

İçimdeki devinimleri içime girmeyen kimse göremezdi. Samimi olmayan kimseye açılmamayı öğretmişti hayat. Ve üzülerek söylüyorum ki insanların çoğu samimiyetsiz.

Her eve geldiğimde, anahtarı kapının deliğinden soktuğumda içimde bir çocuk ölüyordu. Yabancıydım, yengem çok ağır ve sert davranıyor, rahmetli abimin verdiği harçlıkları bile elimden alıyordu. Her defasında “git annen baban var, sana bakmak zorunda değilim” diyor beni en ağır kelimelerle aşağılıyordu. Ve ben bu ağır laflara daha fazla dayanamamış ve kısa zaman içinde özgürlüğüme kavuşmuştum.

Yıllar geçti, hepimiz hayatın değişik tokadını yedik, nimetinden yararlandık, oynadık zıpladık ve hiç engeli olmayan bir şekilde aynı gezegen içinde büyüdük serpildik.

Herkes kendi mecrasında hayat sürmeye devam etti ve etmeye devam ediyor.

Liseyi bitirdikten hemen sonra kısa bir Çeçenistan maceram olmuştu. Gitmeden önce yine Adem Cantürk’e gelmiş abi ben Çeçenistan’a gitmek istiyorum ne dersin, bana yardımcı ol demiştim. Doğrusu şimdiki aklımla düşündüğümde beş yıl önce bana okula gitmelisin, seni gidi yaramaz afacan hadi gel bakayım dediği gibi, şimdi de otur oturduğun yerde nereye gidiyorsun ne cihadı! Sen daha sabah namazına kalkamayan tembel bir çocuksun, üstelik ne yaptığından da, bi habersin. Aklını başına al, hiçbir yere gidemezsin otur çay ocağında çayını iç parasını da ben vereyim demesini beklerdim.

Belki de o, benim bu eyleme kalkışarak gerekli dersi bizzat kendimin almasını istemiştir diye düşünmüştüm. Birkaç gün sonra arkadaşlarıyla yaptıkları bir toplantıya beni çağırmış niçin gitmek istediğimi arkadaşlarının yanında bilerek sormuştu. Bende doyurucu cevap vermiş olmalıyım ki bana biraz maddi destek vermişlerdi. Ama yine de kulağımı şefkatle çekecek birine ihtiyaç duyduğum açıktı.

Aynı şekilde Hamit Hatipoğlu abinin de Afgan bölgesine gidip gelmişlikleri vardı. Ona da gitmiş para istemiştim. Cebime biraz para koymuş hiç bir şey söylememişti. Aynı şekilde Celalettin abi ile de Kale Fabrikasının sahibine gidip destek almıştık. Özcan Taşçı hakeza her dem yanımdaydı. Hiç kimseden; ya evlat sen nesinde Çeçenistan’a gidiyorsun. Bu kararı sana aldıran şey nedir? Sualini duymamıştım. Macera peşinde koşmak belli ki hoşumuza gidiyordu. “Derdin ne senin bak yanlış yapıyorsun, bu seninkisi cihad falan değil sempatik ve rahmani değerlerle bezenmiş içi boş macera arayışından başka bir şey değil” sözlerini duymamıştım. Delikanlıydık ya savaşacak, kimsenin yapmadığı bir eylemi ifa edecektik. Bir de üstüne şehid olacaktık, sonrasında cennet… Ya da gelip defalarca Çeçen maceralarını anlatacaktık. İlave ederek, abartarak…

İnsanların hayatında müspet ya da menfi dönüm noktaları vardır. Ve bu noktalara bir uyarı levhası gibi temas eden insanlar. Çünkü insan meşveretle, uyarıyla, telkinle hatasını aza indiren bir varlıktır. O yüzden Allah kullarına kitap göndermiştir, Rasul göndermiştir.

Sizin için hiçbir şey ifade etmeyen bir eylem, karşınızdaki insan için bir devrim niteliğindedir. O yüzden hayata ve insanlara karşı her insanın sorumlulukları vardır. Hele bir de iman iddiasında olan insanların sorumluluğunu yazmak bile istemiyorum.

Eşraf kültürünün kaybolduğu, gücün mutlak değer haline dönüşüp, sahiplenme, uyarma, yardım etme gibi değerlerin yok olup gittiği günümüzde iddiası olan mümin şahsiyetlerin evlerinde geçirecekleri vakit dışarıda geçirecekleri vakitten çok daha az olmalıdır. Bu günün Müslümanlarının en ağır vebali evlerine kapanıp etrafına karşı bigâne olmaları ve dünyevileşme eğilimi içerisinde hiçbir şey yokmuş gibi eriyip gitmeleridir. Kimsenin acısı onların umurunda değildir. Kimsenin iflas etmesi onların canını yakmamaktadır artık. Nice darlık, borç ve yoksulluk altına inim inim inleyen insan vardır. Ama o iddialı Müslümanlar zorda olan edebinden vakarından isteyemeyen insanların yanında yoktur. “Siz onları simalarından tanırsınız” ayeti günümüz Müslümanlarına inmemiş gibidir. İnsanların cenazelerine bile gelemez olmuşlardır…

Hayatımın en kritik döneminde bana devrimsel müdahale edip yanımda olduğunu hissettiren değerli Adem Cantürk’e her zaman şükranlarımı sunarım.

İnsan, en çokta birinin tam bir yürekle, yanında durduğunu hissetmek ister.

Vesselam.

Fatih Alim Daşpınar

Etiketler: » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » »
2503 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.