logo

Devrimci Yasin

Devrimci Yasin

Devrimci Yasin

Çocukken devrimci olmak, yaşama dair tüm haklarını elinden almıştı. Her şey kitabına uygun olmalıydı. Ne diyorsa Allah ve Resulü onu moda mod yapma eğilimi gerçek bir Müslüman Genç olma özlemi yüklenmişti körpe yüreğine. O henüz çocukluğunun farkında olmadan Afgan Dağları marşlarını dinleye dinleye ölümle yaşam arasında bir çizgiye getirilmiş dolayısıyla hayata dair her şeyin yeniden tanımlanması gerektiği hissinin kesin doğru olduğu fikrine kapılmıştı. Evde sürekli anne baba ve kardeşleriyle tartışıyor onların kabullendiği her şeyin yanlış olduğunu ima ediyordu. Aynı şekilde okul ortamında da hocalarına karşı isyan ediyor, her an kavga edecekmiş duygusuyla muştasını da yanından hiç ayırmıyordu. Okuduğu okulun imam hatip olmasına pek aldırış etmeden okul kapılarına sağa sola yumruk sallıyor her davranışını bir eylem ruhuyla tahkim ediyordu.

Devrimciydi Yasin çünkü çocukken devrimci olmak, büyüdükten sonra devrimci kalabilmekten çok daha kolaydı. Her genç büyüyene kadar devrimciydi aslında. Neyi devirdiği konusu farklı olsa da tüm gençler bir şeyleri devirmek için yaşarlar. Ergenlikle başları belada olduğu için enerjiyi bir yerlere kanalize edecek duygular içinde olduklarından her ne olursa olsun ona en yakın duygu ile donatılıp devrimci olması gerekiyordu. Ve çevresinde en az onun kadar çocukluğunu yaşamamak için direnen onlarca insan vardı. Arada bir bilardo salonuna kaçak gitseler de, okulun en güzel kızına uzaktan âşık olsalar da devrimcilik ruhu ağır basıyor hemen hiç bitmeyen sohbet halkaları içinde şehadet ayetlerini okuyup hurileri hayal ediyorlardı.

Yasin gibi pek çokları böyleydi. Kurban olduklarının farkında olmadan bir dehlizin içerisinde sürüklenip gidiyorlardı. Keşke ağabeyleri onlara ağır yüklemeler yapmak yerine çocuksu gerçekliklere göre öğretiler sunsalardı. Ancak bu neredeyse imkânsızdı, çünkü bulundukları ortak devrimciliği zorunlu kılıyordu.

Yasin birçoklarından farklı özelliklere sahipti. Cesur bir çocuktu. Tek başına bir orduya kafa tutacak kadar aksiyonel, sonucun nereye gideceğini bilmeyecek kadar da gözü karaydı.

Her şeyi devirmek adına zorla kendini gerçekten fersah fersah uzak duygular içine sokuyor ille de büyümek adına ruhuna gereksiz yere büyük eylemler yüklüyordu. Oysaki çocuktu henüz. Gezmeliydi, kaçamakta olsa bir kıza âşık olmalıydı. Sinemaya gitmeliydi, yaşına en uygun eylem olarak mahalle maçı yapmalıydı. Bir spor dalıyla iştigal etmeliydi. Ona devrimcilik yükleyen ağabeylerinin daha otuzuna gelmeden hayatın ağır şartları altında lime lime olduklarını şimdiden görebilseydi belki kurtulabilirdi. Ama bunları anlayabilmesi neredeyse imkânsızdı.

Bir çocuğun elinden çocukluğunu almak ona yapılabilecek en büyük zulümdür. Ve doksanların İslamcı gençleri bu zulümden en ağır şartlarda ruhsal mengeneye tabi tutulmuş insanlardır. Okulun en yaramaz öğrencilerini radikaller İBDA-C’ciler ve ülkücüler kapıyor, siyasi düşünceye yatkın olanlarını mgv, ilme uygun olanını da Fethullah cemaati kapıyordu. Neredeyse hiç kimse boşta kalmıyordu. En acı olanı da herkesin mutlaka bir yapının içine girme zorunluluğu peydah oluyor, sahiplenilme duygusuyla kendini bir yerlerde görme mecburiyeti vazgeçilmez bir davranış kalıbına dönüşüyordu.

Yasin daha on beşini yeni bitirmişti. Bıyıkları yeni tel tel olmuş sesi kalınla ince arası akordu bozuk bir tonda çıkıyordu. sırtına aldığı ağır devrimcilik şarkılarının onu nereye sürükleyeceğinden bi haber; Hadi lan dedi, gidiyoruz. Günlerdir başımın etini yiyorsun. Sorma nereye ve nasıl olduğunu hemen şimdi yola çıkıp gidiyoruz. Devrimci tüm şartları devirerek gider diye mırıldandı hafiften ergen duygularıyla. Anne, baba, okul, çevre, kim ne derse desin çıktık yola ve gidiyoruz. En az onun kadar oynak duygular içinde olan arkadaşı ondan daha delice cesaret gösterip; tamam dedi gidiyoruz, o aylardır anlata anlata bitiremediğin yuvacığın dağ köyüne gideceğiz diye duygu birliği yapıp yola koyulmaya hazırdı bile. Salim de tıpkı Yasin gibi bulunduğu ortamda gel gitler yaşıyordu. İçinde biriktirdiği öfkenin patlamaması için direniyordu. Abisinin evinde kalıyor geldiği günden beri yengesiyle sorunlar yaşıyordu. Mutluluğu sadece sokaklarda arıyordu salim. Sığıntı olarak gördüğü yumuşak görebileceği her şeye sığınarak bir arayışın içindeydi. Anarşist bir ruha sahipti. Yasin’le aralarında farklar olsa da eylem ve dik başlılık yönünden benzeşen yanları çoktu.

Yasin birkaç ay önce devrimci Müslüman genç grubu ile bir fırsatını bulmuş yaz kampına gitmeyi başarmıştı. Cundullah azbilen Yasin’i yakın takibe almış, gecesini gündüzüne katarak tanımı hiç yapılamayacak bir kişilik ortaya çıkarmak için mücadeleler vermişti. Oda yaşıtlarından önce gelişmiş, daha çocuk yaşlarda Seyit Kutupları, Hasan el-Bennaları okuyarak az bulunacak bir kişilik ezoterizmi içindeydi. Daha kendi kişiliğini bulamadan kendi arkadaşları üzerinde deneyler yapıyor onların hayatını azami ölçüde izole ederek bir yapı ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bu anlamda Yasin’de onun pençeleri arasındaydı. Ancak ne var ki Yasin’i hem İBDA-C’ye, hem de Müslüman Genç cemaatine duyduğu sempatiden kurtaramamış, her iki tarafa olan eğilimini bir türlü boşa çıkaramamıştı. Ne yapıp ettiyse Yasin’in her iki ucada meyli yüksekti. Bu yazın gittiği yaz kampı kısa süreliğine de olsa onu tam bir devrimci Müslüman Genç yapmıştı. Tahta tüfeklerle eğitim almış, gece yürüyüşleri yapmış, safları sıklaştırın marşına kulak kabartıp secdeye zor eğildikleri sımsıkı saflar eşliğinde defalarca namazı cemaatle kılmıştı. Namazda ayaklarını olabildiğince geniş açıyor, ellerini dirseklerinden tutarak bir huşu eğilimi içine giriyordu. Nereyi devireceğini hiç bilmediği halde baştan aşağıya düzen karşıtı anarşist bir ruhla kendini tahkim etmeye hazırlanıyordu.

Kamp ortamı onu tepe taklak etmişti… “her eylem yeniden diriltir beni”…

Kafa dengi arkadaşı Salim anlattıklarından çok etkilenmiş olacak ki hadi lan dedi gidiyoruz. Macera dolu kamp günlerinin tadı damağında kalmış habire anlatıp duruyorsun, yürü gidiyoruz. Madem çok şey kaybettik ne kaybettiğimi görelim dedi. Salim’de aynı cemaatin kırıntılarından nasiplenmişti. Bir sene önce Yalova Esenköy yaz kampına gitmiş orada macera dolu bir sürü şey yaşamıştı. Hele jandarmaların kampı bastığı gün geceyi dağda geçirmesi nasıl unutulabilirdi. Bu yazın dağ kampına gidememenin ezikliği içinde Yasin’in anlattıklarından çok etkilenmiş olacak ki gitmek için hazır ve nazır bekliyordu sanki.

Nihayetinde kısıtlı miktarda para ayarladıktan sonra Sanayi Mahallesinden yola çıktılar. Beyazıt meydanına gidecekler oradan fotoğraf makinalarına poz alacaklar, bellerine takmak için komando bıçağı alıp yola koyulacaklardı. Öyle de yaptılar. Sanki kuşlar gibi uçarak geldikleri Beyazıt Meydanından alacaklarını alıp zamanın nasıl olacağını düşünmeden ikindi gibi Sirkeci’den Haydarpaşa garına geçtiler. Trene kaçak binmeleri gerekiyordu. Devrimci her şeyi devirdiği gibi buradaki kuralı da devirmeliydi. Tabi bunun gerçekçi bir yanı da yok değildi hani, paraları azdı. Gidip gelmelerine yetmeyecek miktarda bir para tedarik etmişler, birde Beyazıt Meydanında hesapta olmayan bir harcama yapmışlardı. Trene kaçak binmeyi başarmışlar, heyecandan vagondan vagona geçip bilet kontrol görevlisinin takibine takılmamak için kendince taktikler geliştirmişlerdi. Yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan yuvacığa geldiler. İndiklerinde akşam ezanı okunmuş karanlık yavaş yavaş ürkütücü yüzünü göstermeye başlamıştı.

Kalabalıklar içinden sıyrılmanın ve eylem birliği yapmanın, kafa dengi olmanın ve yolculuğa olan dini sadakatin katkısıyla müthiş bir dayanışma içinde ilerliyorlardı. Her şeyi çocuksu duygularla planlasalar da sahici olmaya azami gayret gösteriyorlar, hata yapmamaya çalışıyorlardı. Hedefleri Yuvacık’tan Karagöl Köyüne gitmek orada aynı cemaatten olup kampın tüm oluşumunda katkı sağlamış devrimci imamın evinde kalmak sonrada bir gün sonra geri dönmekti.

Minübüsle Yuvacık’tan biraz uzaktaki kasabaya yarım saatlik kısa bir yolculuk yaptılar. Vakit, akşamla yatsı arasıydı. Önce akşam namazını sonra da biraz bekledikten sonra yatsıyı da kılıp yola çıkmaları gerekiyordu. Aslında geç kaldıklarının farkındaydılar. Araç bulamayacakları neredeyse kesin görünüyordu. Issız dağ köylerinde araç azlığının farkındalardı her ikisi de. Bakkaldan fenerleri için pil aldılar, biraz yiyecek alıp yol tarifini de aldıktan sonra bakkalcının; “gençler bu saatte yürüyerek oraya gidemezsiniz gitseniz de bu yağmurlu havada yol ağırlaşacak çamurlu yolda oraya en erken beş saatte varırsınız” uyarısına hiç aldırış etmeden kararlı bir devrimci edasıyla yola koyulmuşlardı bile. Kısa bir yürümeden sonra yol tamamen karanlık olmuş neredeyse bastıkları yeri göremez haldeydiler. Ne büyük talihsizlik ki kısa zaman sonra ellerindeki kalitesiz fenerin içine su kaçmış en büyük dayanağı olan yollarını aydınlatan fenerde kullanılamaz hale gelmişti.

Yol karanlık, yağmur bir taraftan şiddetli, yollar yer yer çukur ve neredeyse tamamı çamur. Mümkün olduğunca birbirlerine yakın yürüyorlardı. Birbirlerini hiç bu kadar sevdiklerini düşünmemişlerdi. İçlerindeki derin ürpertiyi sığınmacı duygularla Allah’a yöneltip cesaret toplamayı da ihmal etmiyorlardı. Nihayetinde ilk defa yürüdükleri bir yola koyulmuşlardı. Her taraf zifiri karanlık yolu bile neredeyse seçmek imkânsızdı. İkisinin de sesi yanıktı. Habire marş söyleyerek azimle, gayretle hedefe kilitlenmişlerdi. Cesaret artırıcı devrimci marşlar eşliğinde şartların ağırlığına aldırış etmeden ve asla geri dönme duygusu taşımadan yola devam ediyorlardı. Genç dinamik ve yorucu olmayan bir yürüme temposu içinde korkularını bastırmayı başarmışlardı doğrusu. İkisi de deli cesareti taşıyordu. Karşılarına ne çıkarsa çıksın cesaretlerini kırmayacak gibi görünüyordu. Yola çıkalı en az üç saat olmuştu. Donlarına kadar ıslanmışlardı. Bir iki bisküvi tarzındaki yiyecekleri de bitmişti. Yanlarında sadece fotoğraf makinaları ve bellerine takmak için bıçakları vardı. Islanmadık yerleri kalmadığı için fotoğraf makinasının çalışıp çalışmayacağından da pek emin değildiler. Öyle bir tempo yakalamışlardı ki ayaklarına yapışan çamura, üzerlerinin tamamen ıslanmasına rağmen yola yürüme kuvvetinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Yolun yarısını zifiri diyebileceğimiz karanlıkta geçirdiler. Tepeye doğru Yasin’in birkaç kez sapaklarda yolu şaşırmasına rağmen doğru yolda olduklarını düşünüyorlardı. Biraz ilerde bir evin olduğunu hissettiler. Yaklaştıklarında bir köy kahvesi olduğunu fark ettiler. Gittikleri köyün adresini kısık sesle sorup fazla soruya mahal vermeden hemen uzaklaştılar. Kırsal yerlerde yabancıların hemen dikkat çektiğinin de farkındaydılar. Soru sorulduğunda köyün imamının akrabası olduklarını söyleyecekler ve gereksiz diyaloğun böylece önünü kesmiş olacaklardı. Orada bir iki selamlaşmadan sonra sorulan soruya aynen bu şekilde cevap verip yollarına devam ettiler. Her şeye rağmen kendilerini güçlü hissediyorlardı. Şehrin kalabalığından kopup yağmurlu bir havada çamurlar içinde yürürken Allah’a olan yakınlıkları her şeye bedel görünüyordu. Hiç bu kadar Allah’a yakın olduklarını düşünmemişlerdi. Zifiri karanlıkta yollarını aydınlatan Allah’a şükrettiler. Hava yükselmiş, yıldızlar ortaya çıkmış yollarını çok daha kolay seçebiliyorlardı. Azimle yollarına devam edip güle oynaya gidiyorlardı. Birden önlerine bir adam çıktı; la kimsiz, inmisiz, cinmisiz, kimlerdensiz gecenin bu saati. Dağ köylerinin tamamı neredeyse Karadeniz köylerinden oluşuyordu. Yasin keskin ve devrimci edasıyla; Dağdibi Köyüne gidiyoruz amca deyip yürümesinden bi nebze ödün vermeden amcanın ikinci soruyu sormasına fırsat vermemişti. Berraklaşan hava zaman zaman yolların bozuk olmasına rağmen yürümelerinde önemli bir kolaylık sağlamıştı.

Nihayet altı saat sonra hedeflerine ulaştılar. Saat üç sularıydı. Bu saatte imamı uyandırmanın yanlış olacağını düşündüklerinden Yasin’in daha önceden bildiği kapının kenarındaki taşın altındaki anahtarı alarak kapıyı açıp içeri girdiler. Son üç saatte yağmur yağmamış üzerlerindeki giysiler vücut ısılarıyla neredeyse kurumuştu. Sadece uykuyu düşündüler. Caminin sağına soluna bakınıp üzerlerine örtecek hiçbir şey bulamadılar. Salim yumuşak halılardan birkaç tanesini üst üste koyarak şartlara uygun bir yer hazırlamıştı. Yapacak bir şey yoktu, gözlerinden uyku akıyordu. Salim, kafasını yere koyar koymaz uyumuştu. Yasin, bir türlü uyuyamıyordu. Gecenin soğu zeminle birleşmiş Yasin’in uykusunu kaçırmıştı. Salim’in horlamasına gıpta etmeye başladı. Bir iki defa Salim’den yardım istese de onun gözünü açmaya hiç niyeti yoktu. Bak başının çaresine dercesine umursamazdı. Yasin bir iki saat debelendikten sonra çaresiz kısa süreliğine de olsa uyuyabilmişti. Güneşin ilk ışıklarıyla uyandılar. Dışarı çıktıklarında berrak bir hava ile beraber muhteşem bir dağ manzarasını Salim hayranlıkla övmeye başladı. Hemen çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar. Uzun aramadan sonra camiden buldukları üç beş dal kibritle son denemede ateşi yakmayı başarmışlardı. Güneş, ateş, başarı, hedefe ulaşma onlarda tarifi imkânsız bir duygu uyandırmıştı. Peki, imam neden gelmemişti? Yasin dağ köylerinde evlerin her birinin bir dağda olduğunu bildiğinden vakit namazlarına kimsenin gelmediğini kamp günlerinden biliyordu. Cami köyün en yüksek yerindeydi ama en yakın ev en az beş yüz metredeydi. İmamın kapısını çalmak için henüz erkendi. Biraz daha güneşin yükselmesini beklediler. Fotoğraf çekmek istediler. Tam vadiye doğru poz verip fotoğraf çekeceklerdi ki makinanın bir iki çekimden sonra filmi sarmadığını görmüştü Salim. Daha öncede okul harçlığı çıkarmak için defalarca fotoğraf çektiği emektar makina ne olmuştu da çalışmamıştı. Bir iki oynamadan sonra içini açtı. Birde baktı ki aldığı pozun sadece makinaya bağlanacak kadar birkaç santim olduğunu fark etti. Beyazıt’tan seyyar satıcıdan aldığı filmin ikinci el olduğunu fark etti, kandırılmışlardı. Bir iki küfürlü sözden sonra hayata döndüler. Nihayet cesaretlerini toplayıp imamın kapısını çalmışlardı. Birkaç kez sesli bağırmadan sonra evde kimsenin olmadığını fark ettiler. Karınları acıkmıştı. Bir şekilde bekâr evi olduğu için içeri girmeye karar verdiler. Salim, bir Tarzan gibi hafif yüksek duran pencerenin eteklerinden tutunup pencereyi açmayı başarmıştı. İçeri girdi ve içeriden kapının arkasında duran yedek anahtarla kapıyı açtı. Küçük bir lojmandı. Keşke imam olsaydı diye mırıldandı Yasin. O bize sahanda yumurta yapardı, daha önce bir iki kez misafir olduğumuz bu daracık ortamda çok marşlar söyledik diye arkadaşına anılarını anlatıyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu. Biraz sekinin üstünde uzanıp hafif yollu yumuşak bir yerde dinlenmek istediler. Tek sorun açlıklarıydı. Sağa sola bakındılar. Yan odada Salim, elmalara göz dikmişti. Birini yiyip diğerine geçiyordu. Yasin de aynı şekilde elmaya yumulmuştu. Bir elmanın bu kadar lezzetli geleceğini belki de hiç düşünmediler. Kaç tane elma yediklerini hiç bilmeden karınlarını tıka basa doyurmuşlardı.

Biraz dinlendikten sonra yola koyuldular. Gecenin karanlığında yağmur altında geldikleri yolları yeniden yürümeye koyuldular. Sürekli aşağı doğru indiklerinden çok daha kısa zamanda yuvacığa gelmişlerdi. Yine kaçak yolla trene binip İstanbul’un yolunu tuttular. Küçük dünyalarında kimsenin dinlediğinde anlam veremediği bu yolculuk onlara çok şey katmıştı. Dost olduklarını anladılar. Allah’ın varlığını bilseler de karanlıkta müşahede ettiler. Zorlukları aştılar. Bir şeyi başarmışlardı. Bu duygu onlar için neyi başardınız sorusunun belki hiçbir zaman karşılığı olmayacaktı ama onlar mutluydular. Kavga gürültü etmeden, aynı yöne, aynı duygu ve düşüncelerle gitmenin devrimci olmaktan çok daha büyük bir şey olduğunu bilmeseler de yaşayarak göstermiş oldular.

Bellerindeki bıçaklarıyla ağaç soymanın, soğuk bir camide kader birliği yapıp uyumaya çalışmanın, açlığın, yokluğun ve Allah’a sığınıp yola çıkmanın dinginliği içerisinde yaşadıkları mahalleye geri döndüler.

Devrimi devirmek için yaşayacakları sokaklara…

Fatih Alim Daşpınar 

Etiketler: » »
2705 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.