logo

Hayalet Şehirler

Hayalet Şehirler

Hayalet Şehirler

hayalet sehirler

İstanbul, her türlü buhranına rağmen neşeyi zirvede yaşamaya çalışan şehir. Birbirlerini tanımayan hatta birbirlerinin yüzüne dahi bakmayan, yaşamda sevinci özel alana kadar indirmiş insanların şehri. Tarihi yapıları manevi yapısını ayakta tutuyor gibi görünse de gökdelenlerin ve AVM’lerin yepyeni bir hayatı şekillendirdiğinin farkında.  Gündelik telaşların -burası İstanbul burada her şey olur- gibi yaklaşımları meşru kıldığı hayat sahnesi. Trajikomik bir tiyatro oyunu gibidir burada hayat.

Tahran, kuzeyi ile güneyi arasındaki zıt yaşam standardına rağmen dünyadan bigâne fakat dünyasındaki yaşamına olabildiğince abanan şehir. Batı tarzı modern hayatın hâkimiyet sağlamak için gizliden gizliye el uzattığı yer. Kimliğini koruma telaşı ile kimliğinde kaybolma korkusu arasına sıkışmış ancak kaybını ruhu besleyen unsurlarla değil bedeni besleyen unsurlarla desteklemeye çalışan gayretkeş kent…

Mekke, gökyüzünde uçuşan güvercin ve serçelerin ağıtını şarkı sanarak ona kornalarla nota vurmaya çalışan insanların şehri. Dünya coğrafyasında hatta İslam coğrafyasında yaşanan zulümlere kayıtsızlığın zirve yeri. Nimet külfet dengesinde zirvede dibe vuran belde!  Efendimize ait maddi izlerin izbe beton yığınları ile yok edilmesine rağmen havasından manevi tadın silinemediği yer.

Bağdat, Fuzuli’nin kalpleri ürperten mısralarıyla “Su” yürüttüğü sokaklarında kan yürüyen bahtsız şehir… Dicle ve Fırat’a nispet edercesine kara suyun kızıl nehre dönüştüğü kıyım yeri… Her köşesine ölümün sindiği, kardeşliğin mezhep anlayışına kurban edildiği, kurbanın asrın tanrılarına sunulduğu mekân. Tarihin külleştiği, külün bulutlaştığı, bulutun gözyaşı olup aktığı toprak… Babil’in raks eden kızları topuklarıyla mayın döşemiş olmalı ki her gün birkaç köşesinde patlama ve her patlamada Babil zihniyetinin mirasçısı kafalarda rahatlama…  Kısaca Moğol kıyımlarına rahmet okutan ölüm şehri…

Kabil, ruhunu kaybederek cesetleşmiş insan misali İslam’ın ruhunu bir kalıpta dondurup onu kıyafete yerleştirerek yeni bir tip ortaya koymaya çalışan köyşehir…  İkbal’in, cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm vardır diye haykıran sesine kulak tıkadığı için onun üflediği cihat ruhunu kalıbına giydiremeyen, giydiremediği için de iç boğuşmayı bitiremeyen bozkır….

Kudüs, ah Kudüs! Esir şehir Kudüs, kan ağlayan gözlerine bakamadığım öksüz belde. Kutsallıktan nasibine kılıçların gölgesi kalan ve şimdi aynı nasibi ateş topları ile tadan garip yer. Şehirlerin miracı, ulu divanın kutsal kapısı şimdi Siyon Yıldızı’nın ateşi altında can çekişmekte. Tarihin en büyük zulmüne şahit olmakmış kaderin ey Kudüs. Öz yurdunda esir milletin sılası. Senin rahmine düştüğü günden beri yakıcı bir gurbet havası yaşar İslam Milleti.

Fosfor bombaları aydınlatır gecelerini, kulaklar duymaz ahlara sığmayan hecelerini… Sanma vurulan sensin, yanan yakılan sen… Aslında sen alırken hayata dair son nefesini, ben günahları yüklenmiş oluyorum aciz omuzlarıma. Sen acılar içinde kaybeder gibi gözüksen de kazanıyorsun ben sefa içinde kazanmış görünsem de kaybediyorum…

Urumçi, korku dağlarının ortasından geçen bir nehir gibi korkmadan sinmeden gürül gürül akmayı başaran cesaret abidesi… Her türlü baskıya rağmen Müslüman-Türk kimliğinden en ufak bir taviz vermeden yaşamayı başaran kahraman yurt.  İnsanlığın gözleri kör, vicdanı sağır olsa da zulme karşı  yapayalnız olduğunu bilse de bu şehir; zalime karşı direncin asırlık destanını yazmaya devam etmektedir.

Kahire, masallardan kalma silueti üstünde iğreti duran kahraman.   Musa’yı bir türlü kucaklayamayan Firavun’un saltanatını sallayamayan Kahire… Nil’in sularında bırakılan bebeği boğulmaya terk eden merhamet yoksunu şehir. Bilmez mi Kızıldeniz’de boğulmak vardır bu işin sonunda?

Bilmez misin ey Kahire?

Şam, Habil’in kabrinin orada bulunması mıdır ölüme karşı böylesine davetkâr oluşu bilinmez. Ölüm kusan makinelerin gölgesinde hayata  sarılan bedenler kaç günleri kaldığını bilmeden yaşar bu virane  şehirde.  Ölüm öylesine ucuzdur ki paranın icadı çok anlamsızlaşır karşısında.

Buhara, Semerkant, Kaşgar, Kerkük ve daha nice şehirler vardır bize bir şeyler anlatmaya çalışan. Yani aslında canlıdır şehirler. Ruhları yaşayanlarının ruhudur.   Şehirler duyar,  konuşur, güler, ağlar hisseder…

Öyleyse İslam şehirlerinin sağırlığını, lal oluşunu ve histen yoksun kalışını nasıl yorumlamalı?

Benim yorumum şöyle: İnançlar insanlara ruh kazandırır, insanların ruhu ise mekânları kuşatır.  Kuşatılan mekânlar bir ruhtan aldığı maneviyatı diğerine aktarır ve böylece inançlı bir şehir kültürü oluşur. Ya da tersi, inançsızlık veya yanlış inançlar insanların ruhlarını yok eder ve aynı yolla ruhsuzluk tüm bedenlere bulaşır ve insanlar cesetten ibaret kalır… Yani insanlar zombi gibi olurlar. Böylece başkalarının dertlerine kayıtsız kalırlar… İşte onların yaşadığı mekânlar da böyle hayalet şehirler olur. Bu şehirlerde yaşayan ama istisna kalmayı başaran bahtsız insanlara sözüm yok…

Haydi, dokunun klavyeye sizin yorumlarınızı da yazının altında görmek istiyorum.

Selam ve dua ile…

İlhan Kurt

Etiketler: » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » » »
3056 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.