logo

KIRK YAŞA ERDİRDİKLERİMİZ

KIRK YAŞA ERDİRDİKLERİMİZ

KIRK YAŞA ERDİRDİKLERİMİZ

Korkularımın karanlığa karışmasından sonra muhayyilemi zorladığım en önemli husus, içimdeki benliğin yeniden tanımlanması üzerineydi. Aydınlık nasıl yakalanabilirdi ve nasıl bulunurdu hakikat ve hakikat yolcuları…

Bir taraftan içimdeki benle yüzleşme zamanının geldiğini hissederken diğer taraftan da dışımdaki benle kavgaya hazırlanıyordum. İnsanları yeniden tanımam ve tanımlamam gerekiyordu. Hayatı, doğayı, tabiatı ve cümle mahlûkatı.

Kırk yaşına gelmiştim. Artık öğrenmenin başı ve sonu arasındaki ince çizgideydim ama önce insanı tanımam gerekiyordu. Çünkü insan bilinmeyen meçhul, insan eşref ile esfel arasındaki garip varlık.

Bu bağlamda istemek belki kendi ruhuma sühulet kazandırmak adına önemliydi ama bu daha ziyade dıştan içe yolculuğun yeniden içten dışa dönebileceği eylemine bir basamak oluşturacaktı.

İnsan dünyada en zor tanınan varlık olarak karşımda duruyordu. Öyle hissediyordum. Kırk yaş vurgusunun ne manaya geldiğini, ne kadar zorlarsak zorlayalım –anlamak- bu yaşa gelmeden çok kolay olmayacaktı.

İlle de yaşıyor insan ve ille de o yaşa vurgu yapıyor kuran; kırk yaşa erdirdiklerimiz…

Bir akşamüstü elimi başımın arasına aldığımda ansızın kırk yaşında olduğumu hissettim. İçimdeki ürpertiyle ilk yüzleştiğim anlardaydım sanki. Bir anda hissedilecek bir şey miydi ki, kırk yaş. Evet, aynen öyleydi. Kırk yaş biyolojik değil ruhsal bir olgunluk tezahürüydü.

Her şeyle yüzleşme anıdır kırk yaş. Ansızın gelmez belki ama ansızın hissettirirdi.

Korkularımın, beni kuşattıklarından çok uzaktım. Ve uzak olduğum birçok şeyin sanki ensemde durduğunu hissediyordum. Ölüm kadar soğuk bir hakikati, ılık bir rüzgâr gibi hissetmek iyi gelmişti bana.

Uzaktan siyah pelerinli adam gibi dörtnala üzerime gelen birazı hakikat, birazı hayal mahsulü hadiselerle yüzleştikten sonra iki korku arasındaki saydam mesafeyle karşı karşıya kaldım. Üryandım, korkuyordum. Biri geldiğinde diğeri gitmişti. Neydi gelen ve giden neydi? Bütün sırda burada saklıydı aslında. Gelen ve giden arasındaki incelikte. Gelen hakikatlerdi, giden ise hayal mahsulü şeylerdi.

Kırk yaş öncesi her şey sanki yel değirmenlerine çarpan rüzgârlar gibi enerjiye dönüşmüş ya da kaybolup gitmişti. Hayat yeniden önümde duruyordu, yaşamak ve mücadele etmek. Gerçek adamlarla tanışmalıydım. Kıyama kalkmak gerekiyordu geç kalmadan ya da hayal olan adamları hayatımdan çıkarmalıydım.

Gerçek üstüme üstüme geliyordu. Yüzleş ve kurtul.

Korkuyla, esenlik rüzgârıyla, sevgi, şefkat ve acımasızlıklarla…

Ne çok şeyle kırkım çıkmadan yüazleşmiştim ve her şeyle yüzleşmeliydi insan, önce kendinden başlayarak. Acılar besliyordu beni, siyah pelerinli adam bir ok gibi atlıyordu her defasında üstüme. Kaybolup gidiyordu bildiklerim, elimi tutun dediklerim, sevdiğimi zannettiklerim.

Uyandığımda kırkım çıkmak üzereydi. Siyah bulutların hafifçe dağıldığını gördüm, ılık meltemlerin esintisini hissetsem de üşüyordum. Isıtacak bir şey arıyordum, ne ısıtabilirdi beni, ne ışıtabilirdi? Hangi şeye sarıldığımda ısınabilirdim. Ruhumu kuşatan ne varsa kurtulmalıydım.

Karanlığın en zifiri anında nida geldi; Titre ve kendine gel!

Fatih Alim Daşpınar

Etiketler: » » » » »
1825 Kez Görüntülendi.

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.